Okuldan dönüş yolunda kafama bir haylaz çocuk girmiş gibi darmadağındı. Sırtımda çantam, önümde eve uzanan o uzun yol ve ben omuzlarımda sanki dünyanın yükü varmışcasına ağır aksak yürüyordum. Yürüdüm, yürüdüm ve yürüdüm. Yol kısalmak yerine sanki gittikçe uzadı. Bir yokuşu andırdı. Çakıllarla doldu. Kaldırım kenarı çiçekleri hep soldu. Artık güneş bile güzel doğmuyordu buralarda. Annem tatlı sabahlara uyanmıyordu. Küçük kardeşim haylazlık yapmıyordu. O küçücük çocuk, o yaşta, koca bir adam olmuştu sanki. Bense, hayatın anlamını bulamadan yitirmiş gibiydim. Üzerime ne giydiğimin, sabah ne yediğimin, nerelere gidip, kimlerle olduğumun hiçbir önemi kalmamıştı. Hayat tüm düzenimizi öyle sarsmıştı ki, enkazlar altında çığlık atıp yardım istemeye bile derman bırakmamıştı geriye bize. Bugünler, artık dünlerden farklıydı yarımdı, eksikti. Yarınlarda artık hep eksik ve yarım olacaktı. Yalnızca 5 ay evvel babamı kaybetmiştim, fakat acısı halen dün gibi yüreğimdeydi. O hani sevmediğim, sevemediğim adamı bir günde affetmiştim. Uzun uzun bakmıştım o buzdan soğuk, mermer renkli yüzüne. Kalbimde birşeyler erimişti o an. Bize yaptığı her kötülüğü, her zulmü herşeyi ama herşeyi bir anda unutuvermiştim. Bir boncuklu kolye gibi dağılmıştı birşeyler.
Sahi, insan ne tuhaf şey. Tüm kötü hatıraları unutup, yalnız mutlu hatırlayabilir mi geçmişi ?
Ben hatırlıyorum. Buruk bir tebessüm boy gösteriyor yüzümde. Çocukluğumu özlüyorum. Oysa çocukken ne kadar da güzeldi herşey. Şayet güzel değilse bile, haberdar değildim kötülüklerden, olup bitenlerden. Ne zaman büyüdüm, işte o zaman vazgeçmiştim babamı sevmekten. Şimdiyse geri gelmesi için nelerimi vermezdim ki. İnsanoğlu işte, ne yazık ki kaybedip, yitirmeden hiçbirşeyin kıymetini vaktinde anlamıyor.
Ne zaman geçer bu acı ? Ne zaman kalbim bir kuş kanadının tüyü kadar hafifler, bilemiyorum. Yalnız sabrediyorum, yalnız bekliyorum.İstemeden ayaklarım mezarlığa doğru yönelmişti bile. Artık bundan sonraki hayatımda rutinim; ev, okul ve mezarlık arasında mekik dokumakla geçecekti.
Mezarlığın o demir, yıllardır yağmur yemekten paslanmış, tiz bir ses çıkaran kapısını araladım. Uzaktan da olsa mezar taşında ismini okumak, bir 23 nisan bayramında kalabalıklar arasından babamı görmek gibi mutluluk veriyordu bana. Gidip mezarının başına oturdum. Uzun uzun konuştum durdum. Duvarla konuşmakla aynı şeydi bu. Ağladım, onu affettiğimi söyledim ve vedalaşıp yeniden evin yolunu tuttum.Bu böylece günler belki de aylar boyu sürdü. Mezarlıkta yeni kabirler açılıyor, yeni yüzler ziyarete geliyor, ve her gözde mutlak bir gözyaşı oluyordu. Aylar boyu takip eden günlerde farkettiğim birşeyler vardı. Bu herhangi birşey değildi. Tuhaf, derin ve beni amansızca kendine çeken birşeydi. Belki de aptal beynim tüm bu acıları unutabilmek için kendine yeni meşgaleler arıyordu.
Karşı komşumuz Asaf Bey. Hani başına karlar yağan, buruşuk bir gömlek gibi kırış kırış, beli eğik, huysuz ihtiyar. Kendi halinde yaşlı bir adamdı oysa. Hiç çocuğu olmamıştı. Nazife Teyze ile gün batımında balkona oturur, karşılıklı birer kahve eşliğinde geçmişi yâd edip, birer cam gibi buğulanırlardı fikrimce. Her yaşlı gibi gözlükleri üzerinden saatlerce gazetesini okur, haftasonları pazar pazar gezer, kahvehanede çay içip ahbaplarıyla yarenlik ederdi. Ununu eleyip, çoktandır duvara asmış bir adamdı Asaf Amca. Her ihtiyar gibiydi işte oldukça sıradan, oldukça bayağı. Geriye kalan ömrünü sayıyor, kimi ellerini açıp af diliyor, ölümü bekliyordu. Zaten ne yaşanacak bir ömür ne de derman kalmıştı artık dizlerinde.
Birgün birşeyler oldu ve aniden bu yaşlı adam, görüş alanıma girdi. Bir yapboz parçası gibi herşey yerini alarak tamamlandı. Asaf Amcaya bakış açım tümüyle değişti. Bunlar bir anda olmadı.Nazife Teyzenin annemle sohbetinden duyduklarım kadarıyla Asaf Amca, son birkaç aydır nereye gittiği bilinmez şekilde evden çıkıyor ve akşam olup, göz gözü görmeyinceye dek eve gelmiyordu. Oysa ben nereye gittiğini çok iyi biliyordum. Babamın kabrinin birkaç metre ötesinde, sık ağaçların bir şemsiye görevi gördüğü, yabani lalelerin boy gösterdiği kabrin önünde günlerini geçiriyordu. Kime geliyordu ? Neden hergün geliyordu ? Bilmiyordum. Açıkçası hiçte merak edip sormamıştım. Söylediğim gibi ihtiyar, huysuz bir adamdan başka hiçbirşey değildi fikrimce. Ne zaman gitsem, sabah veya akşam farketmeksizin oradaydı. Gözleri buğulanmıyordu hiç, hatta kenarları daha çok kırışarak gülümsüyordu. Açık mavi kaplı, kalın bir defterle gezerdi hep. Fakat açıpta tek kelime yazdığını bu zamana dek hiç görmemiştim. Yalnız kabir ziyaretlerinde, ağır aksak gelip, üzerinin toprak olmasını umursamadan yere oturuyor, uzun uzun başlıyordu yazmaya. Ya çok yavaş yazıyordu ya da çok uzundu yazacakları. Çünkü günlerdir birgün olsun elinden düşürmüyordu o mavi kaplı defteri. Yazarken bazen duraksıyor, muhtemel doğru bir kelime seçmekte zorlanıyordu. Işte o zaman durup kabre bakıyor, gülümsüyor ve sanki doğru kelimeyi bulmuş gibi yazmaya devam ediyordu. Kimi zaman selam verirdim ona. Benim o yana yürüdüğümü görür görmez hemen elinden düşürürdü kalemini. Mavi kaplı defteri kapatır, anlamsız bir korku ve endişe duyardı. Yaşlı adamın beyaz gömleği ter içinde kalır, buruşuk yanakları genç bir kız gibi al al oluverirdi.
Nazife Teyze ve annemin sohbetleri sürdükçe, benim Asaf Amcaya duyduğum anlamsız merakta katlanarak arttı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Güneşli Günler
Storie d'amoreTaş atılmış bir kırlangıç sürüsüne benziyordu. Kafka'nın penceresine konan o ürkek kuş gibiydi. Bir uğultu halinde bakıyordu gözlerime. Tüm baharlar ve güneşli günler güzelliğini başka yerlere götürmüş de ona yalnız kara kışlar kalmış gibiydi. Üstün...