Tanıdığımız insanları bazen anlayamayız. Ya da tanıdığımızı sanırız. Bize gösterdikleri çok farklı yüzleri vardır çoğu insanın. Dünyada sahte kişilikli ne kadar çok insan vardı. Akgün kimseyi tanımak için uğraşmazdı. Tanıdığını sandıkları hep onu yüzüstü bırakan kişiler olmuştu. Bu yüzden insanları tanımak için çaba göstermeyi çoktan bırakmıştı.
Hayal kırıklığıydı; insanlar. Bu dünyayı, evreni yaratan, yaratıcı insanların karşısına geçse; hiçbirinin yüzüne bakmaz tabiri caizse utanırdı böyle insanlar yarattığı için.
En utanılacak varlıktı insanoğlu.
İnsan ne bir melek, ne de bir şeytandır. Talihsizlik şuradadır ki, onun melek rolü oynayacağı zaman şeytan rolünü oynamasıdır. - Moliere
İnsanları yargılamayı severdi bir zamanlar. Oturup düşünürdü insanlar hakkında. Yargılardı onları Akgün. Sanki bir mahkemede hakimmiş gibi.
Gözleri Ali'nin üstünde kalmıştı. Ali'den alamıyordu gözlerini. Sanki gözleri, karşısında duran tanıdığını sandığı ama gerçek yüzünü tam şu an gördüğü adama iğrenerek baksın diye kitlenmişti onun üzerinde. ''Ali amca'' dedi yutkunarak. Ağzından kelimeler zar zor çıkabilmişti. Ali, Akgün'ün anlamadığını sanarak sahte kişiliğine büründü ve ''Oooo... Akgün buradaymışsın!'' diyerek ayaklandı.
Akgün'e doğru adım atmıştı sarılmak için. Akgün geri adım attı. Yüzü hayal kırıklığının renkleriyle dolup taşıyordu. Akgün sinestezi hastasıydı ve Ali ise onun gözünde siyahın binbir tonuna bürünmüştü şu an. Aynı babası gibi. Yaşadığı hayal kırıklığını bir renge dökmesi gerekse o renk kesinlikle ateş kırmızısı olurdu. Hayallerinin yanması gibi bir benzetme yapardı Akgün o hisse.
''Siz... Sen.. Babam, Bahadır amca, Kürşat amca...'' duraksadı. Yutkundu. Cümlelerini toparlayamıyordu. Sözcükler ağzından dağınıkça çıkmaya devam ederken ''Onlarla aynı, kirli bile diyemediğim, kirli kelimesi hafif kalır yaptığınız işin yanında ama...'' diye devam etti. Ağzına gelen her kelimeyi kontrolsüzce sıralıyordu. ''Siz, yani hepiniz kadınları zorlayarak ticaret mi yaptığınızı sanıyorsunuz?'' diyerek tamamlamıştı cümlesini dişlerinin arasından. Tükürür gibi iğrenerek çıkarmıştı cümleyi ağzından.
''Seni hadsiz. Nasıl bir oğlun var senin Oğuz? Ne terbiyesiz bir genç bu! Bizi itham ettiği şeye bak'' diye ayağa kalktı bakan Cem.
''Sen ne diyorsun Akgün!'' diye sertçe oğlunun kolunu tuttu Oğuz. Akgün tüm öfkesiyle kolunu ondan kurtarıp ittirdi babasını. Oğuz korktu. Oğlunun gerçekleri öğrenmesinden korktu.
''SEN NASIL BİR ADAMSIN? ADAM KELİMESİ YAKIŞMIYOR ÜSTÜNE. SANA NE DİYECEĞİMİ BİLE BİLMİYORUM. SİMSİYAHSIN BABA. NEFRET ETTİĞİM RENK GİBİSİN.'' diye bağırdı genç çocuk, babasına.
''Nerden duydun bunları? O Mine yılanı aklını doldurmuş senin. Kimseyi zorladığım falan yok. Herkes kendi isteyerek iş yapıyor.'' demişti sakin bir tonla Oğuz.
Ali kekeleyerek, ''Neyden bahsettiğini anlamıyorum. Neler oluyor?'' dedi.
''Kanıtla. Zorla olmadığını kanıtla. Götür beni o- o otellerine.'' Sustu, sonra ekledi Akgün, ''Kiraladığın otele götür beni. Bahadır amcanın oteline. Sürekli para yatırdığın otele.''
''Çabuk geç arabaya. Geliyorum arkandan.'' dedi Oğuz. Akgün hızlı adımlarla evden ayrılıp arabaya geçti.
Oğuz, ''ALLAH KAHRETSİN!'' diye bağırarak duvara yumruk vurdu.
''Nasıl öğrenmiş olabilir?'' diye sordu Ali. ''Beni de gördü, şimdi kesin Derin'e söyleyecek... Bittim ben''
''O Derin dediğin kaşar yüzünden öğrendi.''
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ev: Sinestezi
Teen FictionSeni yazdım bu şarkıya. Etrafında dönen melodileri döktüm bestelerime. Bana hissettirdiğin rengi çizdim kağıda. Sen benim mavim ve melodimsin Derin'im... ⌂⌂ Sadece babalarımızın yaptıkları kötülükleri düzeltmek istedim. Neden bunun bedeli ağır oluyo...