Sınırların ne demek olduğunu ve sınırlarını aşmanın ne anlama geldiğini ilk kez o 3000 metre yarışında anladım.
Bundan önce benim deneyimim, televizyonda heyecan verici bir müzik eşliğinde kararlı bir şekilde koşan ve insanlara güçlü, tarif edilemez bir his veren koşucuları izlemekten ibaretti. Ama bir izleyici olarak bu duyguyu doğru bir şekilde anlatmak mümkün değildi. Tam olarak nereden gelmişti ve ne anlama geliyordu? Bu, sporculuk denilen şey miydi?
İki ya da üç saat süren sıkıcı maratonlar şöyle dursun, bu tür bir beceriye gerçekten inanamıyordum ve bu tarz sporlarla asla ilgilenmeyeceğimi düşünüyordum.
Ama hayatın güzelliği, gelecekte başınıza ne geleceğini asla bilememenizde yatar.
O spor karşılaşmasından sekiz yıl sonra, nihayet ilk tam maratonumu tamamlayacaktım.
Uzun mesafe koşusu yaptığım saymakla bitmeyecek gecelerde, terden sırılsıklam olduğum sayısız zamanda ve bedenimin sınırına ulaştığı her anda ikinci sınıftaki halimi ve yeni inşa edilmiş stadyumu, benim elli metre ilerimde giden koşucuyu ve tanıdığım ya da tanımadığım yüzlerin beni görmezden gelişini hatırlıyordum. Beşinci turda ona yetişmeye karar verdiğimde, yan tarafta duran beden eğitimi öğretmeninin bana "Elinden gelenin en iyisini yap" deyişini hatırlıyordum.
O sırada ona "Yapabilirim" diye cevap vermek istemiştim.
O koşucuya yetişecek gücüm vardı ama öğretmene tek bir kelime bile edecek mecalim kalmamıştı.
Bazen insan zihni de insan ruhu kadar tuhaf oluyordu. İkisi de birbirini etkiliyordu ve aralarında bir uyum yakalamak zordu. Ancak bir kez uyumu sağladıklarında, en büyük potansiyelinizi açığa çıkarabilir ve normalde hayal etmeye cesaret bile edemediğiniz şeyleri yapabilirdiniz.
Güneş ışığı stadyumun yarısını aydınlatırdı. Işığı karşıma alıp koşarken güneşle yüzleşmek zorunda kalır ve gözlerimi kısmaktan başka seçeneğim olmazdı, ama ter yine de gözlerime damlar ve acıtırdı. Etrafta neredeyse kimse olmazdı. Gölge olan yere ulaştığımda işler çok daha kolaylaşırdı, koşarak seyircilerin yanından geçtiğimdeyse bir alkış patlaması duyardım.
Ancak pistteki her yarışmacı, gölge olan tarafta koşarken size tezahürat yapacak ve bitiş çizgisinde sizi karşılayacak insanlar olsa da, en zor yerin tek başınıza savaşmanızı gerektiren güneşli taraf olduğunu bilirdi.
O gün son turda adımlarım hafiflemiş ve zihnim berraklaşmıştı. Önümdeki kız dışında hiçbir şey göremiyor ve duyamıyordum.
O anda içime bir gerçek dışılık hissi doldu, bir an nerede olduğum ve ne yaptığım konusunda şüpheye bile düştüm. Ama sonradan beni gerçekliğe döndüren ayaklarımın altındaki zemin oldu.
Ayaklarımın altındaki sentetik pistin bana uyguladığı tepki kuvveti net ve gerçekti, sırtımda asılı yarışçı numarasının rüzgarda dans ettiğini hissedebiliyordum. Sağ ayağımın serçe parmağında hafif bir ağrı vardı ama çok da önemli değildi.
Son turun güneş olan kısmında önümdeki kızı geçtim, yarışın en önüne geçtim ve bu pozisyonu sonuna kadar korudum.
Bitiş çizgisini geçtiğimde oraya doğru gelen ilk kişinin Chen Ruobing olduğunu gördüm. Gözleri kızarmıştı ama bir şey demiyordu. Ben de konuşmayıp yanına giderek sarılmaktan başka bir şey yapamamıştım.
Chen Ruobing'e sarılırken kalbimin az önce olduğundan daha hızlı, o kadar ki göğsümden fırlayacakmış gibi attığını hissettim.
Sonra kuzenim Lin Che'yi ve beni beni tebrik eden diğer sınıf arkadaşlarımı gördüm ve onlara el salladım.
Ondan sonra Chen Ruobing bana bakarak, "Saçların dağılmış," dedi.
"O zaman düzeltmeme yardım edebilir misin?"
Tribünlere gidip oturduk ve Chen Ruobing arkama geçip saçlarımı taradı. Akşam olmuştu ve Nisan meltemi hem serin hem de yumuşak bir şekilde esiyordu. Orada otururken az önce yaşadığım şoktan sonra kalbim yavaş yavaş normal hızına döndü. Chen Ruobing'in gölgesi benim yanıma düştüğünden, orada oturup nefesimi düzene sokmaya çalışırken onu izliyordum. Saç fırçasını ağzında tutuyor ve elleri dikkatlice saçlarımda geziniyordu. Birden etrafımdaki her şeyin yavaşladığını ve huzurlu bir hal aldığını hissettim, rüzgarın sesini bile duyabiliyordum. Chen Ruobing bir süre saçımı yaptı, ama sonra sonuç onu tatmin etmediği için tekrar taramaya başladı.
Konuşmak gereksizmiş ve bir şeyleri mahvedecekmiş gibi baştan sona kadar ikimiz de sessiz kalmıştık.
Küçükken hep "kardeşlerin birbirini anlaması" diye bir şey duyardım ve Chen Ruobing ve benim o "anlama" hissini, hiçbir şey söylemeden tüm gün bir arada durma ve bunun tuhaf gelmemesi hissini, paylaştığımıza inanıyordum. Bir süre boyunca Chen Ruobing ve benim aynı ruhu paylaştığımızdan veya ruhlarımızın arasında bir çeşit bağlantı olduğundan şüphelenmiştim. Belki de gerçek kız kardeşlerdik.
Tabii ki gerçekten kardeş olsaydık, işler çok daha basit olurdu.
Spor müsabakasından sonraki gece, aklımda hâlâ Chen Ruobing'i kucaklama hissiyle yatağıma uzandım. Ondan sonraki sayısız gece boyunca Chen Ruobing'e sarıldığımı, eskiden kalan yaralarını okşadığımı ve sonra döktüğü gözyaşlarını öptüğümü hayal edecektim.
Her gün, yanında olmadığım kısa anlarda bile, beynimdeki bir haritada onun o anda tam olarak nerede olduğunu işaretlerdim. Örneğin, şimdi öğretmenler odasındadır, sınıfta ödevini yapıyordur, laboratuvar dersi için laboratuvarın olduğu binaya gitmiştir gibi.
Tıpkı bu klişe benzetme gibi, hayalimde Chen Ruobing'in başında bir başrol halesi* vardı, var olan diğer tüm haleleri aşan özel bir hale.
O andan itibaren artık gözümün gördüğü tek kişi Chen Ruobing'di.
— — —
Ç/N: Çincede başrol halesi temel olarak bir oyundaki, hikayedeki vb. başrolün sahip olduğu zırhı/avantajları ifade eder ve o kişinin karşılaştığı zorlukların üstesinden gelmesini sağlar.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Chen Ruobing and I [GL]
Romance[TAMAMLANDI] ❝On altı yaşındaki her kızın bir Chen Ruobing'i vardır.❞ ⎯⎯⎯⎯⎯⎯⎯ 我和陈若冰 Chen Ruobing ve Ben Yazar: Zuì Yě Zhēn 醉也真 Bölüm sayısı: 20+1 ekstra Tür: Drama, Romantizm, Okul Yaşamı, Yuri İngilizceye çeviren: iris translations Türkçeye çeviren...