Gözlerim aralandığında bulunduğum yeri inceleyebilmek için gözlerimin hafiften kendini belli eden karanlığa alışmasını bekledim. Tahta bir kulübede olduğumu anlamam çok da uzun sürmedi. Bu yerin ne kadar eski ve yıkılmaya yüz tutmuş bir yer olduğu aşikardı. Tahtaların aralarından sızan güneş ışıkları gözlerimi yakıyordu.
Bileklerimde hissettiğim acı ile gözümü bileklerime çevirdim ve mine çiçekli iplerle bağlandığımı fark ettim. Acıyla bileklerimi çekiştirmeye çalıştığımda yüzümdeki birkaç saç tutamı savruldu.
Her yer toz içindeydi. Burası bir harabeydi. Burası rüyamda gördüğüm yerdi.
Hareket etmeye çalıştım ama mine çiçekleri beni cidden güçsüz düşürmüştü. Karşı çıkabileceğimi sanmıyordum.
"Buradan çıktığımda sizi öldüreceğim!" diye seslendim cadılara. Umarım, çıkabilirdim de onları öldürmeye sıra gelirdi.
Tam o sırada kulübenin kapısı aralandı ve cadılar içeri girdi.
"Sizi öldüreceğim!" diye bağırdım tekrardan. Bunu duymalarını, bir Salvatore'a bulaşmanın bedelini anlamalarını istiyordum ama bu halimle beni çok da ciddiye almadıkları gözler önündeydi. Yani ben olsam bu halimle ben de beni çok fazla ciddiye almazdım.
Burada bir günden fazladır duruyor olmalıydım. Çünkü kan isteğiyle yanıp tutuşuyordum. Kansız kalmıştım ve kan içmeye ihtiyacım vardı. Bünyem sadece kan istiyordu. Ve kansızlıktan kendi kanımı kullanmaya başlamıştım. Böylelikle kendi vücudumdaki kanı azaltmıştım. Sonuç olarak da damarlarım birbirine yapışmaya başlamıştı. Bu cidden canımı yakıyordu.
Başları olduğunu düşündüğüm kadın sesli bir şekilde güldü dediğime. Masanın üstünde duran bir demet mineçiçeğini alıp bana doğru gelmeye başladığında engellememe yardım edermiş gibi yüzümü çevirmeye çalıştım. Ama kadın çiçeği yüzüme doğru değdirdi. Değdiği anda derimi yakmaya başladı. Acıyla çığlık attım. Acı bir süre sonra yorulmamı sağlıyordu.
Gözüm kadını bileğine kaydı. Bana çok yakındı. Nabzını duyabiliyordum. Ve çok açtım. Kendimi tutamayıp kadının bileğini ısırdım. Kanını içtiğim sırada başıma keskin bir ağrının saplandı.
Acıyla kadının bileğinden uzaklaşmamla dudaklarımdan süzülen kanlar, köprücük kemiğime doğru süzülerek yol almaya başladı. Dilimle hafifçe kanı dudaklarımdan silmeye çalıştım. Bunun absürt bir eylem olduğunu kanı yüzüme daha çok yaydığımı fark edince anladım. Kendimi annesinden gizli çikolata yiyen küçük çocuklar gibi hissediyordum.
Kadın sert bir şekilde gün ışığı yüzüğümü parmağımdan çekip aldı ve kulübenin öteki ucuna fırlattı. "Ne yapıyorsun?" dediğimde hızla beni yerde sürüklemeye başladı. "Bırak!" diye bağırdım.
Kulübenin kapısını açıp beni dışarı fırlattı. Tenime değen güneş ile vücudumun her bir noktası acı ile yanmaya başladı. Çığlık attım ama kıpırdayamadım. Yere mıhlanmıştım sanki. Elimden hiçbir şey gelmedi bir süre. Gözlerimden yaşlar gelmeye başladı. Her yerim yanıyordu. Omuzlarım alev almaya başladı. Ölmek istemiyordum. Hele ki yanarak ölmeyi hiç istemiyordum. Gözlerimi yumdum.
Tam o sırada üstüme bir şey örtüldü. Acım hala geçmese de güneşin tenimden çekilmesi ile rahatlayıp gözlerimi hafifçe araladım. Bunu yapanın kim olduğunu bilmiyordum ama dışarıdan cadıların acı dolu çığlıklarını duydum. Üstüme örtülen şeyin bir kısmı açıldı. Güneş yüzünden geri kaçmaya çalıştım. Üstüme bu şeyi örten kişi yüzüğümü elime doğru uzandı. Ve elimin güneşe değmemesine dikkat ederek gün ışığı yüzüğümü taktı. Ve üstümdeki ne olduğunu anlamlandıramadığım şey bir anda kaldırıldı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
mystic falls° elijah mikaelson
FanfictionRhea'nın habersiz olduğu geçmişi hiç beklemediği bir anda karşısına çıkmıştı.