Ertesi gün annemin cesedi yıkanmış, ardındansa kefenlenip cenaze arabasına yüklenmişti. Musalla taşı faslının ardından annemi Bağlum mezarlığındaki çoktan hazır olan mezarına gömmüş, en sonundaysa akşamın bir vakti çocukluğumun geçtiği o eve dönmüştük.
Açıkçası bu eve geri gelmek bana kötü hissettirmişti: Şöyle ki abim ve annem hep birlikte yaşamışlardı, bense bir hain gibi onları üniversite bahanesiyle terk etmiştim. Ankara'da gidebileceğim çok iyi üniversiteler varken ben İstanbul'a gitmeyi seçmiştim çünkü kendimi buraya ait hissedememiştim bir türlü.
Gerçi o zamanlar kendimi hiçbir yere ait hissedemiyordum zira eski ben küçük bir Yarkın idi; farkındalık, üst bakış ve bir takım Nietzsche, "Üst İnsan" zırvaları, beni sınırların dışında hissettiriyordu ve kendi kafamda bir insan bulamayacağımdan tam anlamıyla emindim. Sonra boş vermişlerden olmadığımın farkına varmıştım, her şeyin anlamsız olduğuna şüphe yoktu ama sorgulamaktan, cevapsız sorulara cevap aranmaktan bir türlü vazgeçememiştim. Anlamsız olan bir şey için bu kadar çaba sarf etmeye gerek olmadığına tam anlamıyla karar verdikten sonraysa felsefeyi bir kenara bırakıp bana sunulmuş, kısacık ömrümü tadını çıkara çıkara yaşamaya başlamıştım.
Hayır, beni terk etmelerine izin vermemiştim, hâlâ beni en tuhaf anlarda avlıyorlardı ama hayatı kendime zehir etmek yerine sarhoş olmayı öğrenmiştim ve bu her şeyi değiştirmişti.
"Aç mı karnın?" diye sordu abim koltukta uzandığım sıra. "Dışarıdan yemek falan söyleyeyim mi?"
"Yok abi, gerek yok." diye yanıtlayıp bakışlarımı boş duvara çevirdim.
Bu ev annemsiz çekilmez bir hâl alıyordu. Duvarların rengi solmuş gibiydi, etrafta anlamsız bir dağınıklık vardı ve rahatsız edici bir koku her yerdeydi. Hani anneniz kışın çamaşırları çok da kullanılmayan, o misafir odasına sererdi de odaya girdiğiniz zaman nem kokusu burnunuzu doldurur, odadaki soğukluk teninizi rahatsız eder, bir an önce oradan çıkmak isterdiniz ya, işte evde öyle bir hava vardı.
Burada kalmaya en fazla ne kadar tahammül edebilirdim bilmiyordum.
"Düşünme oğlum, yeter." dedi abim birden.
"Sen düşünmüyor musun?" diye sorduğumda bir şey söylemedi. "Nasıl kalacaksın abi burada? Durdukça daralıyorum, baktıkça bunalıyorum. Bir başına ne yapacaksın bu evde?" Ansızın düşüncelerimi dile getirdiğimde bana şaşkın şaşkın baktı ağabeyim.
"Satarım burayı." dedi, sesi kararlıydı. Bunun hesabını çok önceden yapmıştı kafasında, emindim. "Var hazırda alıcı zaten. Sonra da senin yanına gelirim, İstanbul'a."
"İş güç ne olacak?"
"Buluruz." diye karşıladı. "İş kalmadı değil ya oğlum."
"Sen bilirsin abi."
Gürpedek telefonuma düşen bildirimle irkildiğimde abim bir sigara yakmakla meşguldü. Telefonu alıp baktım: Yarkın Bey Telegram üzerinden bir mesaj göndermişti.
Gerçekten mi?
Bildirimin üzerine tıkladım ve Telegram'a yönlendirildim. İstemsizce duruşumu dikleştirmiş ve etrafıma hızlı bir göz gezdirişte bulunmuştum.
Yarkın Bey: Sadece iki günün var.
Yarkın Bey: Tadını çıkar.
Öyle olsun bakalım Yarkın.
****
Ertesi gün Melda'yı almak için Esenboğa Havalimanı'na gitmiştim.
Açıkçası işten izin alabilmesi şaşırtıcıydı zira Yarkın Bey'in buna müsamaha göstermeyeceğinden neredeyse emindim. Fakat sonra bana borçlu olduğu aklıma gelmişti: Bana özgürlüğümü ve huzurumu borçluydu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Cruise bxb
General FictionPatronumun bana takıntılı olduğunu nereden bilebilirdim ki?