Aradan bir aydan fazla geçmişti ve her şeyin yolunda gittiğini söyleyebilirdim.
Yarkın sadece iki kez az miktarda alkol almıştı, yani son bir ay içinde hiç sarhoş olmamıştı. Rehabilitasyona benim zorlamamla hafta sonları zaman ayırabildikçe gitmişti ve emindim ki bir aydır ağzına hiç uyuşturucu da sürmemişti. Varlığım ona yetiyordu, sanki ben onun için bir uyuşturucu gibiydim; hakikatten kaçmak için kullandığı bir uyuşturucuydum.
Otel sohbetlerimiz de devam etmişti.
Henüz ortada çözülmüş bir şeyler yoktu ama oturup konuşmak bile ona daha iyi hissettiriyordu, bu kesindi. Yarkın daha anlamamıştı ama o benden onun düşüncelerini değiştirmemi istemiyordu, o benden inandığı şeylerin verdiği acıyı dindirmemi beklemiyordu; o, sadece yanında durmamı, ona ilgi göstermemi ve belki de onu gerçekten sevmemi istiyordu. Yarkın sevilmek istiyordu, Yarkın sevmek de istiyordu; Yarkın, gerçek bir şeyler arıyordu ve o, yalnızca sonsuza kadar süren şeylerin gerçek olduğuna inanıyordu.
Bu bir ayda bunun kanaatine kesinlikle varmıştım. Anlamsızlığın, her şeyin bir hiç olduğunun kanısına varmanın altında yatan sebep hep aynıydı: Hiçbiri sonsuza kadar sürmüyordu.
Aslına bakarsanız sonsuza kadar süren şeyler bir manaya sahip olmazdı çünkü bir değeri olmazdı. Ama "değer" dediğiniz şey de sizin için bir hiçten fazlası değilse işte o zaman ebedi olanın peşinden koşardınız.
Yarkın için her şey anlamsızdı, benim için de öyleydi. Ve ikimiz de bu hiçliği anlamlı kılacak bir şeye sahip değildik. O tanrısız bir insandı, bense varlığını ya da yokluğunu umursamıyor, bu konu üzerine kafa bile yormuyordum. Tanrı bizi kutsayamaz, değersiz ve manasız hayatlarımızı dolduramazdı. Birer dindar olsaydık hayatımız daha kolay olabilirdi ama bu bizim için mümkün bile değildi. Hayatımızı iyiliğe adamış kahramanlar da olabilirdik fakat böylesi bir dünya, kesinlikle iyi niyetimize değmezdi. Geriye kalan tek seçenek doğrunun peşinden koşmaktı lakin hakikat bir hiçten fazlası değilken doğrular da bizi varmak istediğimiz noktaya götürmüyordu.
Bu boşluğu doldurmanın bir imkânı yoktu.
Unutmalısın, sana bunu söylerlerdi. Takmamalısın, sana bunu da söylerlerdi. "Egona sahip çık.", "Niye bu kadar önemsiyorsun?", "Bırak, öylesine yaşa gitsin.", "Bu kadar sorgulama."... Ardı boş, fikirsizce kurulmuş cümleler... Senden ayak uydurmanı isterlerdi, sana tatsız hayatının tadını çıkarmanı söylerlerdi. "Carpe diem!" ve daha nice zırvalar... Umursamaz olman gerektiğini söyleyip dururlardı ama bu kolay değildi, hiç kolay değildi.
Vurdumduymaz değildim, başa çıkmamıştım da. Sadece taklit ediyordum; ümitsizliğim bir lütuftu, bense bu lütfu viski şişelerinin dibine saklıyordum. O insanlardan oluyordum, içlerinde geziyordum. Acı çekiyordum ama çektiğim acının bile bir önemi yoktu. Var olmamın bir anlamı yoktu, olmamamın da öyle; yaşamayı sürdürmemin bir anlamı yoktu, sürdürmememin de öyle; zevk almamın bir önemi yoktu, her gün kollarıma faça çekmenin de.
Hiçliğin ortasında, seçebileceğin tüm seçenekler birer hiçken aralarında seçim yapmak o kadar da zor değildi.
Sadece bunun farkına varman gerekiyordu.
****
"Güzelmiş lan evin de ha." dedi abim elindeki valizi yere bırakırken.
Ankara'daki evi satmış ve yalnızca bir valiz eşyasıyla benim evime taşınmıştı. Onun için fazladan bir odam yoktu ama ömrünü koltukta geçirmeyi sorun etmeyeceğini söylemişti.
Abimle gerçekten yaşamak istiyor muydum bilmiyordum ve düşünmek için de zamanım olmamıştı açıkçası. Her şey çabucak gerçekleşivermişti fakat sonuç olarak şu an buradaydı ve kovacak halim de yoktu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Cruise bxb
General FictionPatronumun bana takıntılı olduğunu nereden bilebilirdim ki?