Sağ-sol davasının kazan kaynamaya başladığı bir zaman diliminde, babasının öğretmen olması dolayısıyla şehir şehir gezen bir genç kızın yolu Edirne'nin bir kasabasına düşer. Burada, isminin Anabela olduğunu öğreneceği bir genç kadınla karşılaşacak v...
Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.
O kutlu günün geldiği vakitti. Babam Yıldırım Bey'e göre her gün gibi bir gündü; vatanla alakalı en ufak bağıntısı olmayan, idealist damarını kabartıp nutuk çekemeyeceği alalede bir sabah. Annem Fatma Hanım içinse ne bir peygamber doğumu, ne bir peygamber ölümüydü. Benim için de öyle olmalıydı; bu ölü doğan kasabaya sıcaklık bastırdıkça oturduğum yerden su olup aktığım basbayağı alalede bir gün. Öyleydi de. Toprağın gölge değen yeri bile öylesine sıcaktı ki oldum olası ayağıma ne terlik ne ayakkabı giyebilen, mecbur kalmaktan da nefret eden tabiatım, annemin "Enerjini alır" diyerek sürüklediği serinliklerde cayır cayır yanıyordu. Enerjimi aldığı da yoktu; öyle ki boş boş oturduğum, ayağımın toz içinde kaldığı, zaman zaman kaşındığı ve kaşıntıyı tükürerek giderdiğim için çamur olan bu tabakanın içinde daha çok düşünüyor, aklıma olmayacak hinlikler getiriyordum. Anabela hayatımda bir yere sahip oldu olalı bu hinlikler yerini uzak diyarlarda geçen aşk hayallerine bırakıyordu. Bazen çok yakın diyarlar da oluyordu tabii. Tam o saniye, onunla ayaklarımızı kuma gömüp sessizlik içinde oturmayı düşlüyordum. Sonra ayaklarımın görüntüsünden dolayı bundan vazgeçiyordum. Öyle çirkindi ki herhangi bir kaşıntıyı beklemeden tükürüyordum bu defa. Zaten, sessizlik içinde oturacağımı da düşünmüyordum. Ağzımın yayı gevşekti, uygun bir yağ bulsam tamir edecektim ama tıp henüz o denli gelişmediği için el mahkum, etrafımdaki herkesin kafasını şişirmeliydim. Anabela'ya bu hayalde acıyordum. Elinde bir kitap, sakin sakin okurken saçma sapan şeyler söylediğimi düşünüyor, tahammülsüz bakışlarıyla karşılaştığımda ise toparlamak adına daha da rezil olacağımı görüyordum. Hayalimde bile bir şeyleri mahvediyordum anlayacağın. Şans o ki toprak da cehennem gibi sıcaktı ve hayalim daha da rezilleşmeden kalkıyordum. Ayağımı hapseden o çirkin, parlak kurdeleli terlikleri giymek mecburiyetinde kalıyordum.
Fakat yapacak hiçbir şey bulamamak beni yine, birkaç dakika da olsa toprağa ayak basmaya mecbur kılıyordu. Ne kadar Anabela'ya odaklı olsam da, hinlikler zihnimi terk etmiyordu. Türlü türlü şeyler düşünüyordum. Derken, günlerden birinde beni beyninden vurulmuşa çeviren korkunç bir farkındalıkla doğruldum. Öyle bir farkındalıktı ki bu, bir yıl içinde sadece bir kerecik denk gelen, benim gibi haylaz tabiatlı, tüm küfürlü atasözlerinin üzerime çekinmeden kusulacağı bir kimse için (Şimdi örnek verirdim de atalar çok küfürbaz canım. Söylenmiyor bile.) kaçırılmayacak bir günü kaçırdığımı kavradım. Uyuyamıyordum ve bu farkındalık beni iyice uyutmaz oldu. Dudaklarım aralanırken çok önemli bir buluşun ilk tohumu aklına gelmiş bir bilim insanı gibi gözlerim karanlıkta parladı.
"1 Nisan..." dedim.
Evet. O kutlu anı, tüm hinliklerimin sergileneceği biricik performans sahnemi, çocuklar, öğretmenler ve komşular arasında adımın unutulmayacak bir yerde duracağı, zihinlere kelimenin tam anlamıyla kazınacağı o günü unutmuştum. 1 Nisan günü taşınma temaşası içinde hay huya gitmişti. Oysa ben ölürdüm de bu günü unutmazdım! Mezarımdan kalkar "Yaşıyorum yaşıyorum, ağlamayın." der, o gün bitince tekrar ölürdüm ama asla kaçırmazdım.