Onu, ilk 29 Nisan 1979 senesinde gördüm. Bu kısma, hoş bir bahar sabahıydı diye başlamayı arzu etsem de, hayır, hiç hoş bir bahar sabahı değildi.
Babamın mesleği dolayısıyla hiç arkadaş edinemeden gezip dolandığım ve akademik alandaki başarısızlığıma harikulade bir kılıf uydurarak yan gelip yattığım diyar diyar Anadolu seyahatimizde durağımız Edirne'nin pek uğrak olmayan, halkı dışında kimsenin şirin diye anmayacağı gudubet bir kasabasıydı. Ölüydü burası, büsbütün ölü. O yaşıma kadar bir kasabanın, evlerin, yolların, duvarların, tekerleklerin, toprağın ve dahi okulun ölü olabileceğini hiç bilmiyordum. Fakat, 20 Nisan'da geldiğim bu illet kasabada yaşama dair en ufak bir hareketlilik, neşeye dair en ufak bir canlılık yoktu. Tam babama göre bir yer dediğimi hatırlıyorum zira babam, kendi içinde memleket davası dediği fakat devlet tekelinde adının komünizm olarak mimlendiği çok ciddi bir ideoloji içerisinde yoğruluyordu. Ona, tam da böyle renksiz fersiz, kendisi gibi bataklığında kör ve lâl bir vaziyette zor soluyan, gizlenmenin basit olduğu bir yer lazımdı. Öğretmen olarak gizlenmesi pek mümkün değildi, hoş. Fakat bereket versin, zeki adamdı. Ondan almışım bu zekâmı, tabii ya!
Oldum olası bu ideoloji işini saçma buluyordum. Sadece ideoloji olarak sınırlandıramam bunu. Fanatikliğe varan her tür duygu ve düşünceden bahsediyorum. Ama ilk başlangıcı annemle babamdan çıkan sağ-sol meselesiydi. Evet, her aileye bulaştığı gibi bizim ailemize de bulaşmıştı devlet. Sadece dışarıda değil, bizzat ailemizin içindeydi. Babam için annemin Kur-ân'ı, dini sorundu (Hoş, ben bunda dini fanatiklik buluyordum sadece. Nasıl oluyor da babam buna "sağ alâmeti" diyordu, bilmiyorum) anneme göre ise babamın "Kant'ı, kanıtı" sorundu (Bu da alt üstü bir fikir kitabı. Nasıl bir insan, sırf kitaptan dolayı "sol meselesi" haline gelebilir, çözemiyordum.) Ben mi? Söyledim ya, tüm bunların saçmalığı dışında en ufak bir sorunum yoktu. Fanatiklik, tutku ve bu başlığa sığacak her şey. Bağımlılık sözgelimi. Ne saçma! Bir şeye bu denli tutunmak insanı yaşama bağlar. İşte sırf bu nedenle vardır onlar. Uçuruma düşmemek için bir elle asılmak yeterken niçin kendini sarıp sarmalarlar, hiç anlamam.
İşte, tüm bu nedenlerle o gün hiç iyi bir sabah değildi. Geleli henüz 9 gün olmuş, evi doğru dürüst toplamamıştık. Yerleşme olayı beni de annemi de öyle bunaltmıştı ki, ihtiyaç olmadığı müddetçe bazı eşyaları kutularından bile çıkarmıyorduk. Babamın "Burası son durak!" demesine kim inanır? Bu kaçıncı son durak Sayın Peder! Kaç?! Aman peder dediğimi Yıldırım Efendi duymasın, şimşek gibi iner.
O sabah, babam çok lazım gördüğü fakat hayatında bir defa dahi olsun kullanmadığı daktilosunu arıyordu. En son 3 sene önce değiştirdiğimiz evde, belki kullanır diye masasına koymuş sonra aksesuar niteliği gören bu alete acıyarak kaldırmıştık. Ama nereye? İşte beybabam da bu soruyu soruyordu bize. Nereye? Annem bana, ben anneme bakarken Fatma Anneciğim sordu:
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SEN ANABELA (Tamamlandı)
Ficção AdolescenteSağ-sol davasının kazan kaynamaya başladığı bir zaman diliminde, babasının öğretmen olması dolayısıyla şehir şehir gezen bir genç kızın yolu Edirne'nin bir kasabasına düşer. Burada, isminin Anabela olduğunu öğreneceği bir genç kadınla karşılaşacak v...