Sağ-sol davasının kazan kaynamaya başladığı bir zaman diliminde, babasının öğretmen olması dolayısıyla şehir şehir gezen bir genç kızın yolu Edirne'nin bir kasabasına düşer. Burada, isminin Anabela olduğunu öğreneceği bir genç kadınla karşılaşacak v...
Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.
Onu, son gördüğümde tarihini hatırlayamadığım 1979 senesinin son akşamıydı. Edirne'ye, o küçük kasabaya dair her şeyin yıllar sonra bile kafamda bu denli açık ve duru olmasına karşın o son güne dair birbiriyle kesişmeyen çok fazla hatırat var önümde. Bir ân tozu tüten yollar geliyor gözüme, sonra önümüze çıkıp "Nereye abiciğim?" diyen kıllı göbekli adamlar, her durakta aranan bagajlar, çoktan paketlenmiş eşyalar, yere düşen ilk kar, buruk bir yürek harbi içten içe, Anabela'nın gülen gözleri, Desislava Hanım'ın yüreğimi görüp çıkmazımı anlar gibi muhabbeti, anlatamadığım sıkıntının içinde bir tank gibi uyanıp ezilerek uyuduğum sayısız günün özeti... Bir ânsa üşüdüm diyen Anabela'ya sarılan kollarım, yüreğine koyduğum kulağımın üstünde çalan ezgim, onunla geçen her saniyeyi son demine kadar yaşamak için verdiğim canhıraş çaba...
Annem Fatma Hanım ve babam, biricik, canımın içi Yıldırım Bey İstanbul'dan bana gri bir takım elbise, içine giyerim diye el emeği göz nuru işlemeli bir göynek getirmişlerdi. Hasret giderip sadece benden ve babamdan coşup taşan bir özlemle hasbihal ettikten sonra bir koşu giyinmeye odama vardım. Anabela ile gideceğim sinemaya yaraşır özellikte bir kıyafetim olduğu için müteşekkirdim. Ellerimle saçlarımı geriye yatırmaya çalışır, bu çabamda başarısız olduğum için kızarmış bir yüzle saçlarımı yolar haldeyken babam odaya girdi. Gözlerinden taşan bir sevgiyle aynada, tam arkamda durdu. Bu anda, geldiklerinden beri reddettiğim bir farkındalık doğdu içime. Yine benzer bir durumda, bu defa annemle ayna karşısında hatırladım kendimi. Üstüme geçirdiği takımla kafasındaki evladı yaratma çabası ve hissettiğim hüznün gölgesinde omuzlarım düştü. Babam Yıldırım Bey, omuzlarımı sıkıp aynada göz teması kurduğunda kafamda, o gün giydiğim siyah takım elbise kadar koyu düşünceler dönmekteydi:
"Dik durun Feride, bu takıma bir duruş gerekir."
Kendimi zorlayarak da olsa gülümsemeye gayret gösterdim. Zorlama huylardan en önce kaçan Yıldırım Bey, bu defa maruz görüp saçlarımı okşadı. Dağılmış tutamları geriye yatıştırıp dalgınca konuşmaya başladı. Söylemek istediği çok fazla şey olduğunu biliyordum, beş gittin hoş geldin sürecini çabuk atlatmış olmalıydık. Yahut vaktimiz pek kısıtlıydı, ömrümüz bir tombala torbasında art arda çekilen taşlar gibi bitiyordu sanki.
"Gömleğinin yaka kısmında bir işleme var. Fark ettiniz mi cimcime?"
Biraz ciddi biraz alaylı sorgusunun arasında gömleğimin bir düğmesini açıp ihtiyatla içine baktım. Sol tarafta, tam göğsümün üstüne düşen kısımda küçük bir A yazıyordu. Kafamı kaldırıp annem Fatma Hanım'ın, küçük bir ihtimal dahilinde dahi olsa babama, gitmeden evvelki bahsi açmayacağı, geldikleri gün hiçbir şey yaşanmamış bir aile gibi kendi sıkıcı normalliğimize döneceğimiz anın umuduna baktım. Çok, çok çabuk yitirmiştim. Anabela'yı babamla bu denli çabuk konuşacağımızı düşünmemekteydim. Yüreğim bir korku alevinde savrulurken, Anabela'nın ellerini bulacağım yere, kendi yüreğime uzandım. Tam orada, siyah harfle işlenmiş A harfi yatıyordu.