12 Eylül 1979

218 21 22
                                    

Gökyüzü, gri, yağmurlu

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.


Gökyüzü, gri, yağmurlu. Başımda, bir esrik şimşek ki içim bulut bulut özgürlük. Anabela hayatımda olduğu günden bu yana, yerde yürüyen karınca, rüzgarda sürüklenen sarı yaprak, kırılmış dal, bozkıra kesen toprak, ağzında fare ölüsüyle koşan kedi, atan yüreğim, nefes aldıkça şişen göğsüm, her şey, her şey, ne güzeldi! Anabela, ne güzeldi!

Anabela... Sana kurban olsunlar!

Gözlerimle Anabela'yı seyrederken, aklımdan geçenler tıpkı bunlardı. Burnundan kayan gözlüğünü, gözlüğünü ittiği zarif ellerini, ensesini kaşındıran hafif uzamış saçlarını, saçlarının gölgelendiği dar alnını, alnından başlayıp iki kaşının ortasına değin uzanan mavi, kabarık damarını, damarın etrafında uzanan kavisli kaşlarını, kaşlarını çatarak bana diktiği dikkatli gözlerini, o gözlerin titrek parlaklığını, yanaklarının beni her gördüğünde aldığı allığı, bir kiraz kadar dolgun dudaklarını... Dudak demişken... Öhöm!

Anabela'nın yüzüne bakarken gözümü kaçırmak gerekliliği hissetmediğim nadir zamanlardandı. Çünkü eve döndüğümde de bana kalsın istiyordum, Anabela. Sözgelimi, ellerindeki mavi-yeşil akarsular bana kalsın, dudağının kenarındaki ben bana kalsın, alnına düşen saç, gözlerindeki şu ışık, 'uç uç' yaptığı şans kirpiği, gülünce belli olan çene gamzesi, hiç yoktan kokusu bana kalsın istiyordum. Zira Anabela'yı görmediğim her ân bana, hasrette bin yıl gibi geliyordu.

Sabah gözümü Anabela ile açıyor, akşam Anabela ile yumuyordum. Her an evden tüymenin ve fark edilmeden Anabela'nın yanında kalmanın yollarını arıyordum. Her zaman bu denli kolay olmuyordu işler. Günlük işlerle boğuşan Fatma Hanım'ın ve kendi ülküsü içinde heyheylenen Yıldırım Bey'in, ansızın aklına ben geliyordum. Bu anlarda Anabela, bir hayal, hayalden de öte bir düş halini alıyordu.

Bu defa, ondan bir şeyi yanımda götürmek kararındaydım ki ansızın Anabela'nın sesini duydum:

"Niçin bana öyle bakıyorsun?"

Gözlerimi kırpıştırarak elimi yanağımdan çektim:

"Bu da soru mu, gönlüm? Burada sen dururken başka nereye bakabilirim?"

Öylesine, tüm içtenliğim ve doğallığımla söylediğim bu sözler, Anabela'yı bir an gafil avladı. Öyle ki onun gafil avlanması, beni ne söylediğimi düşünmeye sevk etti. Sözlerimde bir hata mı vardı..? İçimden ne gelirse, aynen onu söylüyordum.  Fakat sonra, Anabela'nın gülümsemesini gördüm. Otuz iki dişim görünecek şekilde karşılık verdim. Çok mutluydum efendiler, çok!

Anabela ile yaprakları kafamızdan aşağı dökülen büyük bir Çınar Ağacı altında oturuyorduk. Hava, tehditkâr sivriliğinde esiyor, yağmur bulutları etrafımızda bir kara sevda şiddetinde geziniyordu. Âlem âlem içindeydi, Anabela'nın soluğunu bir rüzgar alıp soluğuma katıyordu. Gönlümden ince, fark edilmez, ne sesi ne sözü çıkan bir ışık sıcak sıcak tütüyordu Anabela'nın yüreğinde. Muhabbet akıyordu gözlerinden. Anabela'yı bu dingin, huzurlu vakitlerde seyretmek beni ucu bucağı belirsiz bir sûkunete gark eylerken sevdamı düşünüp duruyordum. Ah seni içime alıp saklamamın mümkünatsızlığı yok mu, Anabela... Yok mu?

SEN ANABELA (Tamamlandı)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin