Anabela'yı görmek için yanıp tutuşuyordum. Bir karınca gibi boyumdan büyük sevdamı sırtlıyor, evinin yolunu tutuyordum. Fakat rezilliklerim yaramaz bir çocuk gibi etrafıma çember çiziyor, bu çember içinde bir sağa bir sola varıyor, nihayetinde çıkış yolu bulamayarak yükümle oracıkta kalıveriyordum. Etraftaki küçük taşlara kafamı vura vura beynimi parçalamak istiyordum. Tabii, vurmadan önce uzun uzun düşünüyordum. Tüm zekamı şimdiye değin onlarca haylazlığa yormuş kafam "Hoop!" diyordu. "Daha ben varım, dur bakalım." Umutlu ve yaşlı gözlerle bakıyordum. "Kurban olayım," diyordum, "bana öyle bir arsızlık bahşet ki Anabela'nın karşısına çıktığımda karizmatik duruşumu kurtarayım."
Düşünüp duruyorduk, daha doğrusu düşünüyorduk ama daha çok duruyorduk. Öyle çok duruyorduk ki bugün onu görmeyeli üç gün olduğunu acı bir farkındalıkla keşfetmiştim. Gözlerimin önünde bana verdiği gaz lambası duruyordu, gitmek için yegâne bahanem buydu. Fakat tuvalet maceramı hatırladıkça ayaklarım geri geri gidiyordu. O gün Anabela işimi rahat görmem için olacak, dışarı çıkmıştı. Yine de kapının önünde annesinin adımları geziniyordu. Onca bağırsak problemime karşın ağlayarak gitmesini bekliyordum, kendi bok kokumun arasında boğuluyordum ve ardı arkası kesilmiyordu. Oldum olası birisi kapıda beklerse tuvaletimi yapamamak problemi yaşıyordum, karnım birbiriyle hıncahınç savaşa girmişti. Bedenime sanki Ares nüfuz etmişti. Terliyor, gözümü tahta tavana dikip Allah'a yakarıyordum. "Niye ben, söylesene! Annesi Fatma Hanım olan bir çocuğun başına gelecek iş miydi bu?" diyordum. Kendimi delikten aşağı atıp üzerime su dökesim ve bir daha da yeryüzüne gelmeyesim vardı. Derken o dakika tuvalette su olmadığını da fark ettim. Kendimi yok etmeme dahi izin yoktu. Gözlerimle etrafa baktım, yaptığım tuvalete baktım, tekrar etrafa baktım. Bu halde bırakmak mümkün değildi, altıma yapmak fikri o saniye gözümde büyüdü, büyüdükçe neden tuvalete girdiğimi sorguladım. Pişmanlıkla ellerimi saçlarıma daldırdım. Tam yoluyordum ki kulağıma düğüne gideceklerini söyleyen annesinin duyurusu çalındı. Bunu Anabela kapıya vurup su getirdiğini söylediğinde bana Türkçe tercüme ediyordu:
"Gitmemiz gerekiyor. Su bıraktım kapının önüne."
Midem düzelmiş değildi, tuvaletim hala surlara dayanan bir ordu şiddetiyle zorluyordu beni. Yine de o tuvaletten çıkmayı başarabildim. Söylememe hiç gerek yok sanıyorum ama yine de belirteceğim: Anabela'nın suratına bakmadan topuklarım götüme çarpa çarpa, çarptıkça koşmaktan ötürü bağırsaklarım gevşeye gevşeye eve yardırdım. O günü hatırladıkça tuvaletteki maceramdan daha çok terliyor, saçlarımı yoluyor, ağlıyor, kızarıp bozarıyor ve kendimi bir yerden atmak ihtiyacı hissediyorum. Fakat işin daha bedbaht yanı, nasıl yanına gideceğimi de bilmiyorum. Bilmedikçe daha çok özlüyorum onu. Bok yoluna yittim, paramparça oldum resmen. Anabela'yı bir bok uğruna yitireceğimi hiç düşünmezdim.
Okula gitmek için ayaklanıyorum, birkaç gün rahatsız olduğum gerekçesiyle babam Yıldırım Bey'in izni dahilinde evde pinekliyordum. Meselenin tek iyi yanı bu. Fakat Anabela ile eşitlediğimde, bu iyilik dahi eksi olarak karşıya geçiyor. Matematiğim iyidir, söylemesi ayıp. Artı karşıya geçinde eksi oluyor falan fistan, altımda mintan... Aman... Anabela, seni özledim yahu ben!
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SEN ANABELA (Tamamlandı)
Novela JuvenilSağ-sol davasının kazan kaynamaya başladığı bir zaman diliminde, babasının öğretmen olması dolayısıyla şehir şehir gezen bir genç kızın yolu Edirne'nin bir kasabasına düşer. Burada, isminin Anabela olduğunu öğreneceği bir genç kadınla karşılaşacak v...