27 Eylül 1979

245 20 12
                                    

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.


Sıcak, petrol gibi yoğun ve ağır bir karanlık etrafımı kuşatıyordu. Gece, tüm hükmünü odamın içine yansıtmaya çalışan asi bir Tanrı kudretiyle her yanı kömüre boyuyordu. Ucu bucağı belli olmayan, ancak ezberimdeki varlıklarıyla tanımlayabildiğim odamın içinde, baktıkça derinleşen zamanı izliyordum. Gözlerimin değdiği noktada beyaz tavanın olduğunu bilmekte fakat nerede başlayıp nerede bittiğini kestirememekteydim.

Saat 00.18 idi.

Kendimi, gecenin bitip yerine gündüzün beklendiği o birkaç dakikalık hiçliğin içinde hissediyordum. Gece hayvanlarının sesini kestiği ve gündüz hayvanlarının henüz uyanmaya başladıkları, Dünya üstünde, sadece birkaç dakika için tek bir sesin olmadığı, tabiatın yavaş yavaş uyanmaya başlayıp seslerin etrafımı sardığı derin ve huzurlu bir sessizliğin içindeydim. Birkaç dakika içinde yeni bir gün doğacaktı, biliyordum. Ve bu konuda ne yapacağımı bilmiyordum.

Doğum zamanı gelmiş bir bebek gibi olduğum korunaklı tekliğimden itiliyordum.

Üstümde, kalın bir yorgan vardı fakat zaman içinde bu yorganın havalanıp bir kenara atıldığını sanıyordum. Sanki, hiçbir şey yoktu etrafımda; ne bir yatak, ne bir kıyafet, ne bir oda... Özgürlükler kadar hafif ve çıplaktım.

Tüylerimin, yuvalarını acıtacak denli dikildiğini hissediyordum. Bir uyuşukluk içinde, serin ve ılık denizlerin dibinde yatmış uzanıyordum. İsmini koyamadığım bu hissiyatların ortasında, hiçbir şey düşünmeden oturmayı çok istememe karşın zihnim buna mani oluyordu. Odada, hemen yatağımın altında Anabela vardı. Ve ne zaman bu gerçeği düşünsem, bütün ruh halim başka, benden ayrı bambaşka bir biçim alıyordu. Sözgelimi, içimde, yine tarif edemediğim bir huzursuzluk, gerginlik geziniyordu fakat öyle tatlı ve ılıktı ki gözlerimi kapatıp tadını çıkartmak istiyordum. Sabaha kadar kahkahalarla gülmek, dans etmek arzusu duyuyor fakat yorulsam dahi geçmeyeceğini biliyordum. İlk defa salıncağa binen bir çocuk kadar korkak ve heyecanlıydım.

Günlük dediğim fakat zaman zaman bir anı defteri, zaman zamansa bir hikâyeye evrilen bu defterin önceki sayfalarında, pek çok defa belirttiğim gibi, halledemediğim zihinsel bir aktifliğim vardı. Anabela hakkında pek edepsiz şeyler kuruyor ve bunları bir türlü bastıramıyordum. Öyle ansızın nükseden senaryolardı ki bunlar, okulda, bir ders esnasında ellerimle yüzümü kapatmama neden oluyor, kantin sırasından çığlık atarak çıkmama yol açıyor, tahtada sözlü olurken "En azından utanmanız var, Feride," diyen muallimin yüzüne karşı boncuk boncuk terlememe sebebiyet veriyordu. Evde, nispeten daha serbest olduğum için kendimi yatağın yüzüne gömüp bedenimi soğuk duşla cezalandırıyordum. Hastalığa bu vaziyetin de çok etki ettiğini belirteyim. Bir tek Anabela'nın yanında bu düşüncelerden uzak duruyordum zira yanında durduğum, soluyarak ruhuma kazıdığım, içimi bir şenlik alanına çeviren, sözgelimi yüreğimde her gün Nevruz bayramını yaşatan Anabela ile zihnimin ürettiği Anabela bambaşka idi. İstesem dahi bu iki zıtlık bir araya gelmiyordu. Bu anları büyük bir şükranla anıyordum.

SEN ANABELA (Tamamlandı)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin