Gözlerimi yeniden açtığımda bir omuza yaslanıyordum. Yüzümü yukarıya doğru kaldırdığımda yanımda oturan adamla göz göze geldik. Bana her an boğazımı sıkacakmış gibi bakıyordu. Kâbus görüyor olabilir miydim?
"Günaydın. Umarım omuzum rahat bir şekilde uyumanız için size yeterli konforu sağlamıştır," dedi yüzünde hiç de sevimli olmayan bir gülümsemeyle. Hayır, kesinlikle kâbus görmüyordum. Bu kabustan daha kötüydü. Hemen kendimi geri çekip önüme döndüm. En son cam kenarına doğru dönüp, kendi omuzumun üzerine yatmıştım. Ne zaman sağıma döndüğümü hatırlamıyordum.
"Günaydın," diye sessizce mırıldandım. Söyleyecek başka bir şeyim yoktu. Adam koluna bakıp ıslaklığı görünce yüzünü buruşturdu.
"Umarım bu gördüğüm ıslaklık senin salyaların değildir," dedi. Muhtemelen benim salyalarımdı. Tanrım... Bu adamın karşısında daha ne kadar küçülecektim? Çantamdan çıkarttığım ıslak mendili ona uzattım. Yüzüme bakıp derin bir iç çekti fakat ıslak mendili alıp kolunu silmeye başladı. Bir yandan da kendi kendine söyleniyordu. "Bütün gece omuzumda yattığı yetmezmiş gibi bir de salyalarını bırakmış..." Sanki isteyerek koluna tükürmüşüm gibi davranıyordu. Ayrıca küçük bir nokta şeklindeydi ve bu kadar büyütmesi sinirlerimi bozuyordu.
"Uyurken ne yaptığımın farkında olmadığım için kusura bakmayın," dedim kinayeli bir şekilde. "Ayrıca bu kadar rahatsız olduysanız başımı diğer tarafa itebilirdiniz." Adamın bakışları kolundan yüzüme çevrildi. Göz altları bir gecede morarmıştı. Burun delikleri çok hızlı bir şekilde açılıp kapanıyordu.
"Bunu denemediğimi mi sanıyorsun? Her defasında gelip tekrar omuzuma yattın." Doğrusu buna şaşırmıyordum. Sağıma yatmaya alışık olduğum için sürekli ondan tarafa dönmüş olmalıydım.
"Beni uyandırmayı deneyebilirdin."
"Ölü gibi yatıyor olmasaydın eğer belki bunu düşünebilirdim." Koridor tarafında oturan adam bizden sıkılmış gibi homurdanınca ikimizde önümüze döndük. Uçağımızın inmesine sadece iki saat kalmıştı. Hostesler kahvaltı ve çay-kahve servisi yapmaya başlamışlardı. Onlar bizim koltuğumuza ulaşana kadar telefonumu çıkartıp kameradan kendime baktım. Tam anlamıyla dağılmıştım.
Saçlarım kabarmıştı. Gözlerim şişmişti. Makyaj yapmamak doğru tercihti. Oturduğum yerde kıpırdanıp uzun süre hareketsiz kalan sırtımı ve bacaklarımı esnettim. Boynum sağ tarafıma yatmaktan ağrımıştı. Boynumu da esnettikten sonra çantamdan çıkarttığım lastik tokayla saçlarımı dağınık bir topuz yaptım. Eskisinden daha iyi göründüğüne emindim. Hostesler yanımıza ulaştığında en sağda oturan adam sadece bir çay aldı. Yanımdaki dağ ayısı sadece su istedi. Ben de kahve ve sandviç aldım. Acıkmıştım ve kahve içmem gerekiyordu.
Sandviçimi yemeden önce içinde neler olduğuna baktım. Salam, jambon, çedar ve salatalık vardı. Çok iyi değildi ama beni otele gidene kadar idare ederdi. Camdan tarafa dönmüş sandviçimi yerken bulutların arasında süzülüşümüzü izliyordum. Birden dirseğimle yemek sehpasına vurduğumda kahvem yanımdaki adamın üzerine döküldü. Elimle ağzımı kapatıp ona doğru döndüm.
''Sikeyim! Sen ne baş belası birisin!" Adam ceketinin yakasını tutup kendisinden uzaklaştırırken çantamdan çıkarttığım bütün peçeteleri gömleğinin üzerine bastırdım.
''Özür dile...''
''Dokunma bana.'' Ellerimi ceketinden uzaklaştırdı. Gözlerindeki nefreti görebiliyordum. ''Özür de dileme. Hiçbir şey yapmanı istemiyorum senin, anladın mı?'' Ceketini çıkartmak için doğrulduğunda hala söyleniyordu.
''En azından hostesten buz iste,'' dedim. ''Kahve üzerine döküldüğünde hala sıcaktı.''
''Kahveyi üzerine döktüğümde demek istedin galiba.'' Tekrar yerine oturduğunda gözlerimi devirmeden duramadım. Hatalı olduğumu kabul ediyordum fakat şimdiye kadar yaptığım hiçbir şeyi isteyerek yapmamıştım. Göz ucuyla ona baktığımda yüzünün yeniden kırmızı olduğunu gördüm. Tıpkı birkaç saat önceki gibi. Ayrıca dişlerini sıkıyordu ve çenesini sağa sola doğru hareket ettirdiğini görebiliyordum.
''Bu ceketi uçaktan iner inmez çöpe atacağım,'' dedi kendi kendisine. Sonra bana dönüp gözlerimin içine kısaca baktıktan sonra tekrar önüne döndü. ''Üzerimdeki bütün kıyafetleri atsam daha iyi." Yukarıda saydığım bütün özelliklerine ek olarak bir de ne kadar kaba olduğu vardı... ''Kendini de çöpe atabilsen keşke,'' diye mırıldandım. Her iddiasına vardım ki bu kaba, küstah, kontrol manyağı dağ ayısının etini kedi köpekler bile yemezdi. Pilot on beş dakika içerisinde ineceğimizi anons ettikten sonra aynı anda nefesimizi dışarıya verdik. Sonunda bu dağ ayısından kurtulacaktım.
Valizimi alıp çıkışa doğru ilerlerken kabanımı iyice boğazıma kadar çektim ve beremi giydim. Dışarıda kar yağıyordu. Otel görevlisi havaalanında beni almak için birilerinin bekleyeceğini söylemişti. Gözlerim etrafı taramaya başladı. Elinde gideceğim otelin pankartı olan bir adamı gördüğümde adımlarımı ona doğru çevirdim. Simsiyah bir takım elbise ve siyah bir kaban giymişti. Otel görevlisinden çok İtalyan mafyalarına benziyordu ve korkmadığımı söylersem eğer yalan söylemiş olurdum. Alt dudağımı ısırırken iyice yaklaşmıştım. Adamın görüş mesafesine girdiğimde gözlüklerini çıkartıp benim yanıma geldi.
''Bayan Roberts?" Başımı salladım. Adam hemen valizimi aldı. ''Hoş geldiniz efendim. Ben de sizi bekliyordum.''
''Hoş buldum,'' diye mırıldandım. İlk kez başıma böyle bir şey geliyordu. Korkudan bacaklarımın titremesinin yanı sıra kendimi oldukça önemli bir insan gibi hissetmiştim. ''Buyurun efendim, bu taraftan.'' Adam elinde valizimle ilerlerken onu takip ediyordum. Havaalanından dışarıya çıkar çıkmaz yüzüme soğuk hava çarpmıştı fakat New York'taki gibi değildi. Burun deliklerimin sızlayacağını bildiğim halde soğuk havayı içime çektim. Temiz hava dedikleri şey tam olarak bu muydu? Hayatım boyunca New York dışında gittiğim en uzak ülke Fransa'ydı ve ikisi de hemen hemen aynıydı. Siyah bir cipin önüne geldiğimizde adam içeriye girmem için kapıyı açtı. Hiç vakit kaybetmeden arabaya bindim. Klima açık olduğu için arabanın içi sıcacıktı. Kabanımın önünü açıp pencere kenarına oturdum. Birbirlerini kucaklayan insanları gördüğümde gülümsedim. Beş- altı yaşlarında olduğunu düşündüğüm küçük bir çocuk başına geyik boynuzları olan ışıklı bir taç takmıştı. Yanında annesi olduğunu düşündüğüm bir kadının elinden tutarken yerinde duramıyor gibi görünüyordu. Az sonra gülümsemesi genişledi. Annesinin elini bırakıp koşmaya başladı. Kime koştuğunu görmek için başımı biraz daha o tarafa doğru çevirdim. Elinde valiziyle küçük çocuğa doğru koşan bir adam vardı. En sonunda valizini bırakıp çocuğu kucağına aldı ve etrafında çevirdi. Küçük çocuk adamın yanaklarını öpüyor, küçük kollarıyla adamı boğmak istercesine ona sarılıyordu fakat adam halinden memnun görünüyordu. Az önce çocuğun elini tutan kadın gözleri dolu dolu adama bakıyordu. Normalde olsa gözlerinin soğuktan sulandığını söylerdim fakat adama öyle bir bakıyordu ki... Sanki ona koşmak istiyordu ama ayakları olduğu yerde çakılı kalmış gibiydi. Özlem doluydu. Aşk doluydu. Adamı göremiyordum. Kucağındaki küçük çocuğu yere bırakıp kadına doğru yürüdüğünü gördüm. Kadının gözlerinden bir yaş süzüldü. Ayağındaki bütün buzları kırmak istercesine adamın kucağına atladı. Sarıldı. Bir daha bırakmak istemiyor gibi sımsıkı sardı adamı. ''Kaç gündür görüşmüyorlar acaba?'' diye düşündüm. ''Kaç haftadır ya da kaç aydır?'' Sanırım hiçbir zaman hiçbir adama o kadının baktığı gibi bakmamıştım. Onlar bir taksiye binip uzaklaşırken ben de arkama yaslandım.
''Öyle birisine bakmış olsaydın şu anda burada olmazdık Jules,'' dedim kendi kendime. Yıllarca televizyondaki çöp çatan programlarıyla dalga geçtikten sonra onlardan birisine katılıyor olduğuma da inanamıyordum. Jules Roberts. Yirmi altı yaşında, editör. Bu zamana kadar hiç evlilik yapmadı. Koç burcu olan Jules, uzun boylu kumral erkeklerden hoşlandığını belirtti. Kendi kendime kahkaha attım. Meghan bunları duysaydı gülmekten yerlere yatardı. ''Meghan,'' diye içimden geçirdim. Beni merak etmiş olmalıydı. Çantamdan telefonumu çıkartıp açtım ve tam Meghan'ı arayacağım sırada cipin kapısı açıldı.
''Ne zaman gideceğiz acaba?'' Yüzümü telefondan kaldırıp arabadan dışarıya baktığımda olduğum yerde kaskatı kesildim. Uçakta yanımda oturan dağ ayısı şu anda tam karşıma duruyordu. Adam da en az benim kadar şaşırmış olacak ki yüzünü yüzümden ayırmıyordu.
''Bay Reed, bir sorun mu var efendim?'' Adam gökyüzüne bakıp,
''Benimle dalga geçiyor olmalısın,'' dedi. ''Umarım eğleniyorsundur.'' Daha sonra bize arabaya kadar eşlik eden adama dönerek; "Hiçbir sorun yok,'' dedi ve arabaya binip kapıyı kapattı. Ben hala onu görmenin şaşkınlığı içerisindeydim. ''O değildir,'' dedim kendi kendime. ''O dağ ayısına benzeyen birisidir. O olamaz.'' Gözlerimi adamın üzerinde gezdirdiğimde gömleğindeki kahve lekesini görmeseydim eğer hala kendimi o olmadığına dair ikna etmeye çalışacaktım fakat o leke olduğu gibi orada duruyordu. Bay Reed'in yanımdaki dağ ayısı olduğunu kabullendiğimde omuzlarım düştü. Onu bir hafta boyunca her gün görecek olma düşüncesi çığlık atmak istememe sebep oluyordu.
Otele gidene kadar ikimiz de tek kelime etmedik. Telefonlarımıza gömülmüştük. Bir yandan da Meghan'a mesaj atarak olan biteni anlatıyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ökse Otunun Altında
Humor"Şu anda öpüşmemiz gerekiyor, biliyorsun değil mi?" Colin'in söyledikleriyle içtiğim şarabı neredeyse püskürtecektim. Büyükçe yutkunup, kocaman açtığım gözlerimle ona baktım. "Ne? Neden?" Colin sırıtarak parmağıyla yukarıyı işaret etti. "Çünkü ök...