Buralar deniz kenarı olduğundan, kış biter bitmez havalar hemen ısınıveriyordu. Hâlâ serin rüzgârlar deniz yönünden esse de bundan sonra pek zarar etmezdi. Şimdilik etraf sessizdi. Daha baharın ilk günleriydi çünkü. Ama iki üç ay sonra insandan geçilmezdi buralar. O yüzden yazı pek sevmiyordu Ferit. Onun için varsa yoksa kış. Kardı, yağmurdu derken, vaktin nasıl geçtiğini anlamıyordu. Bu sene birkaç defa Nesrin'le Uludağ'a bile gitmişlerdi. Yavaşça iç geçirdi. Uludağ'da aşk bir başka güzel yaşanıyordu.
Bu baş döndürücü aşk trafiğinin arasında, roman işini de yoluna koymuştu. 'Yazamayacağım ben bunu' derken, o bile inanamamıştı nasıl yazdığına. Bu kış oturmuş, romanını yazmaya başlamıştı şu yoğun geçen zamanda. Nerdeyse yarıya geliyordu yazdığı karalama yazıları. Bir taraftan romanının devamı olan notlarını tutarken, diğer taraftan romanın kendisini oluşturmaya başlamıştı. Takıntı haline gelmişti kadınların otuz dört yaşı onda. Kadınların bu yaşlarına geldiklerinde yaptıkları çılgınlıkları anlatan, ilginç bir roman oluyordu. Nedense etrafında gözlem yaptığı tüm kadınlar, onu yanıltmıyorlardı. Bu konuda, çok iyi gözlemciydi. Bir kadın otuz dördüne geldi mi bu yaşlarda muhakkak bir bunalım yaşıyordu. Zengin fakir, hiç fark etmiyordu. 'Yaşamadım' diyen yalan söyler. Bu sıkıntılı dönemi atlatamayan kadınlar psikolojik sorunlarla uğraşırlar, sorunlarını aşamazlarsa, iş boşanmaya kadar giderdi.
İddiasının arkasındaydı Ferit. Bir bakın etrafınıza, gözlemleyin otuz dört yaş kadınlarını. Ailenizde, çevrenizde, iş yerinizde... Ama sadece uzaktan. Çünkü kendilerine sordunuz mu 'sorun yok' derler. Bir zaman sonra, size 'bir sorunum yok' diyen o kadın, bir de bakmışsınız ya doktor doktor geziyordur ya da daha başından çekivermiştir kuyruğunu kendi deyimiyle. Çoluk çocuğu hiçe sayıp boşanıvermiştir. Boşanınca sanki iş bitiyor mu ki? Ondan sonra gelsin ayrılık sorunları. Eğer çocuk yoksa bir bakıma iyi de, ya varsa? İşte olan, bu arada kalan masum yavrulara oluyordu ne olursa. Anne ve baba arasında kalan bu talihsiz çocuklar, bundan sonraki hayatlarında sorunlu birey olarak büyüyor, kendini kurtaran kurtarıyor, kurtaramayan da ailesine, çevresine ve nihayet devletine zararlı bireyler olarak topluma katılıyordu işin acı tarafı. Maalesef, örnekleri çoktu aramızda.
Ferit, etrafından bir ayrılık veya bir geçimsizlik dedikodusu duyduğunda hemencecik kulak misafiri oluyor, 'kadının yaşını, kaç yıldır evli olduğunu' soruyordu. Genellikle cevaplar üç aşağı beş yukarı aynıydı. Evleneli 'yedi yıl' olmuş ve kadın otuzunu henüz geçmişti. Yani otuz iki, otuz üç falan. Ferit'in hesabına göre bu çatırdayan evlilik en iyimser bir ihtimalle, bir iki sene içinde yok olup gidecekti. Yani onun tezine göre, kadın otuz dördüne geldiğinde.
Dağıttı bu olumsuz düşünceleri kafasından. Havalar ısınır ısınmaz bahçede almıştı soluğu. Pek beceremese de toprakla uğraşıyordu. Ön bahçeyi çiçeklerle doldurmuştu. Şimdi de kapı girişine gül dikmeye çalışıyordu. Böylece Nesrin'e sürpriz yapacaktı buraya geldiğinde... Yaban gülü. Bu gülü bulabilmek için bütün botanik bahçelerini dolaşmış, bulamamıştı. Tanıştığı bir köylünün yardımıyla, doğal ortamından sökülüp buraya getirilmişti.
Bu kışı liseli âşıklar gibi geçirmişler, hiç aksatmadan haftada bir buluşmuşlardı. Ama bu ilişki korkutuyordu onu. Buluştuklarında, onun nedensiz bir şekilde durgunlaştığını gören Nesrin, 'neyin var bir tanem' dediğinde cevap veremiyor, kaçamak bir şeyler uydurarak geçiştiriyordu sorusunu. Bu ilişkiye başlamıştı ama devamını getiremeyecek korkusu taşıdığından, hep tedirgindi. Onun bu durgunluğunu Nesrin de fark ediyordu. Ama bu ilişkiyi sonuna kadar sürdürmekte kararlıydı. Onun takıntıları umurunda bile değildi. Neymiş? On sene sonra yaşlandığında ne olacakmış? Ne olacaktı ki? Ona on sene dolu dolu bir hayat yaşatan sevdiğini, yarı yolda bırakacak bir kadın görüntüsü mü veriyordu? Öyle mi görüyordu onu Ferit? Bu düşünceler, sadece kuruntudan başka bir şey değildi. Kırkından sonra kadınların durulduğunu sanki bilmiyor muydu? Nesrin'in de yaşı otuz dört. Harikulade bir on sene yaşadıktan sonra, yaşı kırk dörde gelince ona daha sıkı, daha şefkatle sarılacağını hayal ediyordu. Şimdiye kadar böyle bir ilişki yaşamadığı için, Ferit ne derse desin onu bırakmak niyetinde değildi.
Bora ile Nergis'in ilişkisini duyunca, önce ne yapacağını bilememiş, suskunlaşmıştı Nesrin. Çünkü kadınlık gururu baskın çıkıyor, o da bir şeyler söylemek istiyordu belli ki. İnadına Ferit bu konuda bir şey demeyince suskun kalmış, hiç sesini çıkarmamıştı. Delilense, bağırıp çağırıp ortalığı yıksa, alınacaktı. Tabii ki alınırdı. Alınmaz mıydı hiç? 'Bak bak, aklı hâlâ genç sevgilisinde kalmış, onu kıskanıyor' diye düşünmez miydi? O yüzden ertesi gün gidip, kardeşi Nergis'i tebrik etmişti ilişkileri için. Nergis önce ablası onunla alay ediyor sanmış ama Ferit ile olan ilişkilerinin iyi gittiğini, birbirlerini coşkulu bir aşkla sevdiklerini bildiği için, Bora'yı bu kadar kolay ve çabuk unutmuş olduğuna, o da çok sevinmişti.
Âşık olmak, Nesrin'e çok yaramıştı. Sanki daha bir güzelleşmiş, kabına sığmayan su gibiydi, pırıl pırıldı. Gözle görülür bir şekilde gençleşmişti. Biraz kilo bile vermiş, kilo vermekten ziyade inat etmiş, hafif çıkıntılı göbeğini eritmişti. Yoksa diğer güzellikleri(!) yerli yerindeydi maşallah. Ferit ise kendini daha bir çökmüş hissediyordu bu sene. Hep aklında, 'güzel günler daha ne kadar sürecek acaba' sorusu vardı. Kaç yıl? Beş... Altı... Bilemedin yedi... Daha fazla değil. Ee, sonra? 'Sonra ne olacak bencil ihtiyar, söylesene?' diye soruyordu kendine sık sık. Yedi, bilemedin sekiz yıl sonraki hâlini getirdi Nesrin'in gözünün önüne. Getirmeye bile gerek yoktu. İşte bir örneği duruyordu karşısında... Gülnaz teyzesi. Tam onun yaşında olacaktı. Yani kırk iki. Nesrin o yaşa geldiğinde Gülnaz'dan daha diri, daha dişi olacağı kesindi. 'Ee, sen sümüklü ihtiyar, sen kaç olacaksın sekiz sene sonra? Altmışını mı devireceksin? Ne oldu? Burnun düştü birden. Zoruna mı gitti?' Dudağı kıvrıldı hafiften, acı acı gülümsedi. Yanında kırk iki yaşında taş gibi bir hatun, diğer tarafta ise altmışını geçmiş, pimpirik bir ihtiyar görür gibi oluyordu şimdiden. 'Sonra o kadını yanında nasıl tutacaksın? Say ki yanında durdu kadıncağız, seni de seviyor. Ama yazık değil mi ona? Gencecik yaşında onu yanında tutmaya ne hakkın var senin be ahmak!'
Bir motor gürültüsü duyduğunda, başını kaldırdı kapıya doğru. Şimdilik bu kötümser düşünceleri savmıştı başından. Siyah bir araç yanaştı ön tarafa. İçinden inenler tanıdıktı. "Ferit, biz geldik." Bugün pazardı günlerden. Nesrin herkesi toplamış, buraya getirmişti. Bir haber bile vermemişti. Onun kızgınlıkla baktığını görünce, Gülnaz şakadan çıkıştı. "Ne bakıyorsun Nesrin kızımıza ters ters Ferit Bey? Ben söyledim, gidelim de Ferit'in o muhteşem balkonunda güzel bir mangal sefası yapalım." deyince, canı sıkılır gibi oldu. "İyi güzel düşünmüşünüz de Gülnaz Hanım. Yani, insan çıtlatır biraz misafir geliyor diye. Biz de ona göre hazırlığımızı yapardık değil mi? Ama merak etmeyin, ben şimdi arabaya atladığım gibi..." der demez sözünü kesti Nesrin. "Misafir mi?" dedi alay eder gibi. "Kimmiş onlar ayol? Bizden mi bahsediyorsun misafir diye? Bak, şimdi alındım." Döndü Gülnaz'a doğru, "Duydun mu teyze? Biz misafirmişiz, öyle diyor." dedi küskünleri oynayarak. Ferit onu duymuyordu bile. "Ben bir koşu gidip..." diyerek arabasına giderken, tuttu onu kolundan Nesrin. "Sen hiç rahatsız olma şekerim. Biz her şeyi düşündük," dedikten sonra döndü arkasına doğru. "Koş kız Nergis, bagajdaki etleri, sebzeleri çıkarıver. Arka koltukta meyve de olacaktı. İçecek de var tabii." derken, yüzü gülüyordu.
Gülnaz ve Nergis yiyecekleri almaya gittiklerinde, sırnaştı Nesrin hemen ayaküstü. "Kızmadın bana değil mi cicikom?" diyordu çapkınca göz süzerek. Ferit, ellerindeki toz toprak kalıntılarını silkip, kürek ve diğer aletleri kenara koyarken, bir şey dikkatini çekti Nesrin'in. "Ne bu diktiğin dikenli şey canım?" diye sorunca, gülümsedi Ferit. "Dikenli şey? Yapma ama Nesrin. Bir gül cinsi bu. Bunu senin için diktim canımın içi." Birden ilgilenmişti. "Çok sevindim... Adı ne bunun?"
"Yaban gülü..."
"Aa, bu benim adım ama."
Çenesinden tutarak başını kaldırdı onun Ferit. "Zaten senin adın olduğu için diktim can kuşum." dediğinde, sanki bir şey hatırlamış gibi sordu. "Ha, sahi Ferit... Hep soracağım diyorum, unutuyorum sormayı bir türlü. Yanılmıyorsam daha otelde ilk gördüğünde, bana 'Yaban Gülü' demiştin. Nerden biliyordun ki benim takma adımın 'Yaban Gülü' olduğunu? Çünkü o ismi, sadece babam kullanırdı." Güldü Ferit. "Suç mu işledik yoksa sana 'Yaban Gülü' demekle?"
"Hadi ama Ferit. Bak, yine soruma soruyla karşılık veriyorsun. Çamura yatma hemen. Merak ettim işte nerden biliyorsun diye."
"Kızım sen hangi okulu bitirdin böyle? Yanlış anlama ama biraz kitap okuma alışkanlığım var ya oradan biliyorum işte." diye alaylı konuşunca, alındı hemen Nesrin. "Niyeymiş bakalım Ferit Bey? Herhalde biz de okuyoruz kitap dergi falan." 'Tabii, bolca moda dergilerinden.' dedi içinden Ferit. Vayy! 'Ferit Bey' demişti. Kızdı herhalde. Gülerek açıklıyordu şimdi. "Niye biliyor musun canımın içi? İnsan adının anlamını merak edip de sözlüğe bakmaz mı? Eğer açıp baksaydın, anlardın Nesrin'in anlamının 'Yaban gülü' olduğunu. Ya da ne bileyim yaz elindeki telefona, söylesin sana nedir, ne değildir." Şaşırmıştı şimdi, 'Nesrin' kelimesinin 'Yaban gülü' anlamına geldiğini söylediğinde.
'İnsanların birbirlerinden öğreneceği daha çok şey var dünyada' diye düşünürken Ferit, Nergis'in sesi duyuldu içeriden. "Ferit Bey, mutfak alt katta mıydı?" Doğru ya, balkonda mangal yapılacaktı. Şimdi hep beraber içeri geçip, kısa bir zamanda iş bölümü yaparak, krallara lâyık bir masa hazırlanacaktı balkonda. Ee, o kadar olsun artık. Üç tane hamarat kadın. Üstelik biri de otelci. Onlar hazırlamayacak da kim hazırlayacak? Ama her Türk erkeğinin yaptığı gibi mangaldaki etleri pişirmek görevi, tabii ki onundu.
Ferit, bahçenin köşesinden aldığı koskoca bir mangalı, balkona çıkarmıştı. Bir çırpıda hazırlanmıştı her şey. Etleri hafif hafif yellerken, denizden esen rüzgâr da misler gibi kokuları masadan tarafa sürüklediğinde, daha fazla dayanamayan Nesrin, "Aşçı Ferit Bey," diye sesleniyordu masanın en ucundan. "Yeter artık, yakacaksın etleri. Getir de yiyelim ayol bir an önce."
"Aa, hiç olur mu öyle Nesrin Hanımcığım? Siz bizim en nadide müşterimizsiniz. Az sabredin de pişsin biraz." diye alay eder gibi konuşsa da Ferit'i dinlemeyen masadakiler, kokuya dayanamayıp birer ikişer yerlerinden kalkmışlar, ızgaranın üzerindeki etleri yarı pişmiş, yarı pişmemiş kapışıyorlardı. Tabii ki közde biber pişirmeden de olmazdı. Ortaya da kocaman bir kapta kaşık salata hazırlanmış, herkes tabağına biraz alıp, yanına da ızgaradan almış olduğu etleri ve biberleri koyduktan sonra iştahla yerken, kimse kimseyle konuşmuyordu. Bunu fark eden Ferit, şakadan takıldı onlara. "İyi ki etleri getirdiniz. Kendiniz getirip kendiniz yediniz. Vallahi yarış yapıyorsunuz sanki yerken. Şuraya bak, et yiyeceğim diye kimse konuşmuyor birbiriyle. Ben daha sofraya oturmadan bitti hepsi." dediğinde Nesrin hiç onun altında kalır mıydı? "Ne yapalım? Çok güzel kızartmışsın. Parmaklarımızı yiyeceğiz nerdeyse. Sanırım şu kırmızı kaptaki özel sos, etleri bu kadar lezzetli yapmış, öyle değil mi? Tarifini verir misin canım?" deyince, Ferit hemen olmazlandı. "Ne istersen iste, ama o tarifi isteme. Çünkü o benim sırrım." dese de, "Çok iddia etme, o tarifi almasını pekâlâ iyi bilirim." diyen Nesrin, onu kışkırtıyordu Gülnaz'la Nergis'in yanında. Ferit de onların yanında bir şey diyemiyor, sadece elindeki çatalı sallıyordu gülerek.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
YABANGÜLÜ NESRİN
RomanceKadınların en ama en tehlikeli oldukları yaş dönemi budur. Gerçi kadınlar her yaş döneminde tehlikelidirler ama otuzlu yaşlar daha başkadır. İşte bu dönemlerde kadınlardan korkulur. Hele hayattan aradıklarını bulamadılarsa. Bu dönemin kilit yaşı, ot...