Havalar bayağı yazlamıştı artık. Sahil yavaş yavaş yazlıkçılarla dolmaya başlamış, esnaf son hazırlıklarını bitirmiş, bu yazı iyi bir kârla kapatmanın hesabını yapıyordu bir bakıma kendilerince. Buranın kış müşterileri başka, yaz müşterileri ise daha başkaydı. Kışın günübirlik sahilde balık yemeğe gelenler, Yıldıztepe'ye şöyle bir çıkıp manzara seyredenler, ailece sahilde iki ileri bir geri gezinip çekirdek çıtlatanlar, kayalıklardan olta atan amatör balıkçılar ve onları seyredenler... Ha, bir de küçük balık çıktığında 'onlara verir' diye başında bekleyen tekir kediler. Eh bu ve bunun gibi aheste gezinenlerdi kış müşterileri. Ama yaz geldi mi dolar taşardı buralar insan seliyle. İşte esnafın da para kazandığı aylar, bu yaz aylarıydı.
Ferit'in ise bugün bambaşka bir işi vardı. Bursa'ya inmişti bu iş için. Ee, hadi hayırlısı. Almıştı ihaleyi(!) üzerine. El mecbur bitirecekti. Kaçarı yoktu. Bir haftadır, yaptığı bu plân üzerine yoğunlaşmıştı. Bir de tebdil-i kıyafet yapmıştı kendince. Onun bu haline Gülnaz öyle bir gülmüştü ki. O da ciddiyetini koruyarak, "Gülme kızım, şimdi her yerde Mobese ya da dükkân kameraları var. Hiçbir yerde açık vermek istemiyorum. Yoksa ikimiz de yanarız." deyince, işin ciddiyetini kavramıştı Gülnaz. Başında siperlikli bir şapka, kocaman güneş gözlükleri, hiç giydiğini görmediği kareli bir pantolon, pembe bir tişört... Öldür Allah, bu kişinin Ferit olduğunu kimse iddia edemezdi.
İşin en zor kısmını halletmişti nasılsa... Kürşat'ı ikna edebilmek. Bu kadar çok parayı duyunca, ağzının suyu akmıştı kıronun ama yine de işkillenmişti. Bu tipler hem bir bok yemek isterler, hem de ödleri kopardı polise yakalanmaktan. Daha önce onunla ortak olduğundan, Gülnaz galerinin hesap numaralarını biliyordu. Ondan aldığı hesap numarasına, elli bin lira yatırmıştı Ferit. Telefonda onunla konuşup okeyleşmeden, paranın hesaba 'online' geçmesini sağlayan 'onay' tuşuna basmamıştı henüz. Aracının içinden, Kürşat'ın dükkânının içini görecek şekilde bir yerde park eden Ferit, ona telefon ediyordu şimdi.
"Alo Kürşat, ne haber?"
"İyilik de babam... Pardon, tanıyamamışım? Kimsin sen?"
Ferit, sesini kalınlaştırarak konuştu. "Tanıyamazsın koçum," dedi sesine ağır bir hava vererek. "Ama ben seni gayet iyi tanıyorum."
"İyi de..."
Telefonun öbür ucundaki adam, kesti sözünü. "Sen konuşma!" dedi sertçe. "Hep ben konuşacağım, sen de dinleyeceksin, anlaştık mı?" Karanlık işlerin azıcık ucundan tutanlar, hep böyle tedirgindirler. O yüzden, ses çıkmadı Kürşat'tan. "Ben izin verdiğimde konuşacaksın. Aç bilgisayarındaki dijital banka hesabını. Hah! Açtın mı? Gir kendi hesap numarana. Bak koçum, hesabında tam tamına elli bin lira var şimdi. Görüyor musun?"
"Bak abi, Kimsin bilmiyorum, tanımıyorum seni. Bana neye para gönderdiğini de anlamadım. Araba falan mı istiyorsun? Hele gel galeriye, anlaşalım." demişti ki gürledi telefonun öbür ucundan Ferit. "Ulan yavşak! Sözümü kesme demedim mi sana? Şimdi gelir aldırırım seni dükkândan, çıkarırım dağ yoluna. Veririm üç kişinin eline. Seni bir güzel ağlatırım bak! Anladın değil mi? Şimdi sus da iyi dinle."
Ulan kimdi bu konuşan anasını satayım? Ne biçim konuşmaydı böyle? 'Seni bir güzel bir ağlatırım' diyordu. Bu cümlenin sonunu çok iyi biliyordu. Tırstı Kürşat. Bu yaştan sonra... Tövbe tövbe. Ferit devam ediyordu. "Bak ulan banka hesabına! Sakın kıvırma, dükkânda olduğunu buradan görüyorum." deyince, başını bilgisayardan kaldırıp, etrafına bakındı korkulu gözlerle. Her yer dükkân, her yer arabaydı. Belli ki onu bir yerlerden gözetliyorlardı. Dinlemekte yarar vardı sözünü. Herif sinirli bir tip, ne güzel kurulu bir düzeni varken, hiç yoktan bok yoluna gidiverirdi maazallah. "Tamam ağabey, açtım. Aha da girdim hesaba. Evet, Selami Karataş diye birisi, hesabıma elli bin lira göndermek istiyor."
"Hah şimdi işte, dur orada. Evet, yeni parayla elli bin, eski parayla elli milyar" derken, koltuğunda geriye yaslandı Ferit.
"Onu biliyoruz ağabey. Öğrendik. Sıfırları attık ya."
"Sus biraz da kesme sözümü. Zurnanın zırt dediği yere geldik. Onaylamadan önce beni dinle. Sana bir teklifim var. Kabul edersen 'online' sistemle parayı hemen hesabına göndereceğim. Eğer kabul etmezsen, paşa gönlün bilir, parayı geri çekeceğim." Aralarında uzun bir sessizlik oldu. Ferit mahsus konuşmuyor, ona düşünme payı bırakıyordu. Şu zamanda elli bin lira iyi para. Şimdi Kürşat düşünüyordu karşıdan ne teklif gelecek diye. Çünkü onun ciğerinin kaç kuruş ettiğini biliyordu Ferit. Para için anasını satardı bu adam.
Ağır ağır, otoriter bir ses tonuyla konuşuyordu. "Bak koçum, ben seni iyi tanıyorum ama sen beni tanımazsın. Bunu bil önce. Bu gibi işleri çok yaptığını da biliyorum. Bana da bir iş bitireceksin gönderdiğim bu para karşılığında." Onun telefonda, rahatsız bir şekilde homurdandığını hissetmişti. "Dur hemen tırmalanma. İşi öğrenince, 'ulan bu parası bol enayi kim' diyeceksin. Aslında çok basit iş. Sokakta eline üç beş bira parası vereceğim tinercilere bile yaptırırım bu işi. O kadar kolay yani. Ama açık vermek istemediğimden, senin gibi profesyonel birisinden yardım almak istiyorum." Telefondaki adam, onun için 'profesyonel biri' deyince, koltukları kabarmıştı. Şöyle hafifçe öksürüp boğazını temizleyerek, "Senin emrin olur Selami Ağabey." diye başlamıştı söze. Onun böyle demesiyle birlikte, hemen elli bin lirayı hesabına göndermişti. Ardından eklemişti Ferit. "Kürşat Efendi, senden bu parayı geri tahsil etme durumunda kalmam değil mi?" dediğinde, önce onun ne dediğini anlamamıştı ama kısa bir an düşündükten sonra bunu üstü kapalı bir tehdit olarak algıladığında, "Olur mu ağabey? Biz sözümüzün eriyiz." dedikten sonra, alnında biriken boncuk boncuk terleri silerken, "Amma işin içine düştük." diye söylenmekten geri kalmıyordu oturduğu yerde.
Teknolojinin gözünü seveyim. Selami Karataş sahte kimliğini beş dakika içinde, yol üstünde girdiği bir internet kafenin kuytu bir köşesinde yapıvermişti. Bir de kalın PVC ile iki kere kaplatmıştı ki belli olmasın. İş şimdi bunu telefon alırken yutturmaya kalıyordu. Ama umduğu gibi olmadı. Ferit birinci denemesinde başarısız olmuştu. Canını sıkmadı. Fomara Caddesi'nden yukarıya çıkan yaya kaldırımı, gelip geçenleri kolundan zorla tutup telefon hattı satmak isteyen gençlerle doluydu. İşte bunlardan sarışın, cin gibi bir genç kız, kimliğin aslını görmek isteyince, iş yatmıştı. "Üzerimde kimliğim yok." diye geçiştiren Ferit, kızın on metre yukarısında, kulağında kulaklıkla, bir sağa bir sola sallanan zıpçıktı bir gencin eline tutuşturduğu sahte kimliği asıl diye yutturup, bir cep telefonu hattı sahibi oluvermişti. İşte bu konuşmaları, sahte kimlikle aldığı hatla yapıyordu. On dakikalık bir konuşmadan sonra ikna etmişti Kürşat'ı. Şimdi işin yarısı tamam sayılırdı. Artık iş, ondan gelecek telefonu beklemeye kalmıştı.
Tam üç gün sonra bir akşamüstü, Ferit'in Gençosman üst geçidi köprüsünün altından almış olduğu eski model cep telefonu çaldı. Arayan Kürşat'tı. "Selami Ağabey. Bizim çocuklar, senin... Adını beceremiyorum, Berko mu nedir gayrı, işte o zibidiyi aldılar. Aynen senin dediğin gibi, fiske bile vurmamışlardır ha. Seni bekliyorlar. Yerlerini tarif ediyorum. Bak şimdi, hani kocaman bir alışveriş merkezi var ya İzmir tarafına dogru giderken, bildin değil mi? İzmir yolunda. Hah, işte oradan yukarıya Orhaneli'ne, dağa doğru gideceksin..."
Kürşat'ın söylediği güzergâhı bir güzel aklında tutmuştu. Hava kararmak üzereydi. Külüstür cipine atladığı gibi, tarif ettiği yöne doğru düşmüştü yola. Orada işin başında bulunan bir kişinin de telefon numarasını almıştı. İlk göz ağrım deyip, cipi kazadan sonra değiştirmeye kıyamamış, bir güzelce toplatarak, eskisinden daha iyi hâle getirmişti. Çok yerini değiştirip, dış ve iç aksamını da modifiye yaptırmış, motorun çekiş gücünü arttırmış, neredeyse 'off road' mı nedir, orada yarışacak bir araç hâline getirmişti.
İşte Kürşat'ın tarif ettiği yere gelmişti. Aracını uzak bir mesafeye bıraktı ne olur ne olmaz diyerek. Aracı görmeleri iyi olmazdı. Yolun kenarındaki yıkılmakta olan virane çitin üzerinden atladı. Yol boyunca uzanan ağaçlara kendini siper ederek bir müddet yürüdü. İleride boş ahırlar, samanlıklar gözüküyordu. Yan tarafında da etraftan görmesinler diye samanların arkasına gizlenmiş siyah bir araba vardı. Tamam, aradığı yer burası olmalıydı. Eline kar maskesini alarak yürümeye başladı ahırlara doğru. Üzerinde siyah bir kot pantolon, uzun kollu dar bir penye siyah tişört, ayağında siyah askeri botlar... Ahırlara yaklaştığında başına kar maskesini de geçirince, banka soymaya giden soygunculara benzemişti. Onu bu halde rahmetli anası görse, imkânı yok tanıyamazdı.
Telefonun tuşlarına bastı. "Ben geldim, karşılayın."
İleride bir tahta kapı, gıcırtıyla açıldı. "Buyur şef."
İnek ahırının kapısını açan iri kıyım adam, dışarıya şöyle bir göz attıktan sonra, hemen Ferit'in arkasından kapıyı kapayıp, mandalı yerine oturtmuştu. Ne olur ne olmaz deyip, korku vermek ve sanki önemli biriymiş havası yaratmak için kendine bir kurusıkı tabanca almış, onu da pantolonunun önüne, kemerinin arasına sokmuştu. Yanında ahıra beraber girdikleri adamdan başka, içeride iki herif daha vardı. Şimdi gelen bu kişiye dik dik bakmaktaydılar. Ferit'in siyahlar içindeki giyimi etkili olmuş, belindeki silâhla onlara doğru yürüdükçe, adamlar elleri önünde, saygıyla geri çekiliyorlardı. Sevmişti bu oyunu Ferit.
"Nerede o it lan?"
İki adam hemen yan taraftaki bir çulu yukarı kaldırınca, saman balyalarının üzerindeki eski bir kalasın üstüne oturtulmuş vaziyette, elleri arkasından bağlı duran Berke'yi görünce, üzülmüştü çocuğun haline. Zavallı korkudan değil altına işemek, resmen sıçmıştı. Açık renkli, buz mavisi yırtık kotunun arka kısmından paçasına kadar olan yer, aşağıya kadar bok sarısıydı. Apış arası ise iyice göllenmişti. Yaklaştıkça yayılan koku, burnunu sızlattı. İki metreden bile leş gibi kokuyordu. Onu gören Berke, belki bir yardımı olur diye, başlamıştı viyaklamaya. "Abi beni kurtar. Bırakın, ne olur. Babam çok para verir size." deyince, Ferit sert sesiyle gürledi. "Sus lan zırtapoz!" dedi ve döndü adamlara. "Oğlum, ne yaptınız buna lan? Çocuk altına sıçmış." Adamlar tırsmıştı Ferit'in görüntüsünden. "Bize hiçbir şey yapmayın dediler. Vallahi elimizi bile sürmedik abi. İnan bak. Arabanın bagajından çıkardığımızda bu haldeydi."
"İyi iyi, tamam. İşimize bakalım. Siz şöyle geri durun."
Geldi, çömeldi Berke'nin önüne Ferit. Bir elini onun omzuna koydu. Sanki belindeki silâhtan rahatsız olmuş gibi çıkarıp, yere bıraktı. "Bak delikanlı, hiç sözümü kesme. Eğer kesersen, ben de senin bir yerlerini keserim. Anladın sen onu." Berke gözlerini iri iri açmış, dudakları kapalı, başını salladı. Tane tane, korkutucu bir şekilde konuşuyordu Ferit. Kelimeler arasında gereksiz duraklamalar yapıyor, cümleleri daha bir vurgulu söylüyordu. "İyi o zaman, beni iyi dinle şimdi." dedi otoriter bir sesle. "Senin çıktığın Jasmin denen bir kız var ya, bildin mi? Hani aynı okuldan seninle. Hah! İşte o kız, bundan sonra yok. Anladın? İş bu kadar basit. Hemen salıvereceğim seni. Bak nasıl? Hiç de zor değilmiş. Anladın mı lan dangalak?" dedi ve parmağını tehditkâr şekilde salladıktan sonra, elinin tersi ile hafifçe alnına vurdu. "Babanın boklu parasında gözümüz yok bizim aslanım. Dediğimi yap yeter. Seni burada tutmayacağız. Telefonunu biz kapattık zaten, kimse aramasın diye. Açınca, arayanlara bir yalan uydurursun. Kaçırıldığından kimselere bahsetmeyeceksin." dedi ve iyice sokuldu yanına. "Değil polise, ailene bile söylemeyeceksin." Tıslar gibi, yılan ıslığına benzer çıkıyordu sesi. "Bir daha Jasmin'in yanında değil seni görmek, dolaştığı yerlerde, takıldığı mekânlarda bile görürsem..." Yavaşça kulağına fısıldadı. "Seni tekrar buraya getirir, ibne yaparım." Zavallı Berke'nin gözleri yuvalarından fırlamıştı korkudan. Yaprak gibi titriyordu. Durdu, "Ha, bir de şu var," dedi ve devam etti. "Jasmin'den hemen uzaklaşmak için, yanında başka bir kızla görüneceksin bir müddet. Kıskançlık edip, onun seni terk etmesini sağlayacaksın, anladın mı?" dedi ama sonradan aklına bir şey gelmiş gibi etrafına bakınan Ferit, direkte asılı bulunan koyun kırpma makasını aldı eline. Berke'nin korku dolu bakışları altında, yaklaştı. "Tabi ya! İyi ki geldi aklıma. Seni peşin peşin ibne yapalım da ikinci defa buraya getirmek zahmetine katlanmayalım. Gördüğüm kadarıyla, nasıl olsa bizi dinlemeyeceksin salıverdiğimizde. Hemen gidip polise ötecek, gevşek ağızlı bir tip var sende." diyerek elindeki makasla yaklaşırken, Berke'nin yalvarışları yeri göğü inletiyordu. "Onunla ne yapacaksın abi? Ne olur gönderin beni. Vallahi billâhi ben sizi görmedim hiç. Yapmayın, acıyın bana. Bundan sonra ben Jasmin diye birini tanımıyorum zaten." diye viyaklasa da onu dinlemiyordu. İşaret verince, beklemekte olan iki adam koşup, Berke'nin boklu pantolonunu indiriyordu çığlıkları arasında. Güldü Ferit, makası uzatırken. "Hiç anlamayacaksın. Ufak bir makas darbesiyle, kopuverecek."
Adamlara, Berke'yi omuzlarından sıkıca tutmalarını işaret etti. Korku vermek için kenarından azıcık bir kesik atmıştı elindeki makasla. Sanki etinden et koparıyorlardı. Öyle bağırıyordu sosyete zibidisi. Ferit geriye çekilip gülmeye başlayınca, korkuyla önüne bakan Berke apış arasını kan içinde görünce, bu defa daha güçlü bir şekilde başladı feryada. "Abi ne yaptın ya?" diyerek, salya sümük, bağıra çağıra ağlıyordu. "Kestin onu. Öldürün beni daha iyi. Ben bundan sonra zaten yaşayamam ki."
Elinden makası bırakan Ferit, geldi onun yanına "Korkma len," dedi başına yavaşça şaplak atarak. "Kenarına ufacık bir işaret koyduk. Eğer dediklerimi dinlemezsen, bundan sonra tamamını keseceğimizi hatırlarsın diye, hafiften çizik attık. Anladın mı? İyi bak, yerinde duruyor hâlâ. Takım taklavat yerli yerinde yani. Ama şimdilik, ona göre ha! Ama salıverdiğimizde yine aynı haltı işlemeye falan kalkarsan..." Sonra eğildi kulağına, "Lan, belki ileride havan olur oğlum. Gizli yerinde(!) façası olan çocuk derler sana." deyince, kendi yaptığı bu espriye müthiş bir kahkaha patlattı. Adamlar da güldü onunla beraber.
Birden ciddileşti Ferit. "İşimiz seninle bitti delikanlı. Bundan sonra senin davranışların, kaderini tayin edecek. Buraya bir daha gelmek istersen yapacağın iş kolay, biliyorsun. Jasmin'in etrafında dolaşmaya devam et. Ama içimden bir ses, 'bu akıllı bir çocuk, bizi dinleyecek' diyor. Hadi göreyim seni. Biraz sonra abilerin, seni aldıkları yere bırakacaklar." dedikten sonra adamlara döndü. "Önce temiz bir pantolon uydurun," dedi onun ayak bileklerine kadar indirilmiş pantolonuna tiksintiyle bakarak. "Şu boklu pantolondan kurtarın delikanlıyı." Sonra yanağını hafifçe sever gibi tokatlayıp, ayrıldı onun yanından Ferit.
İş bitince, adamları çağırdı saman balyalarının arkasına doğru. Cebinden bir tomar para çıkarıp uzattı, "Alın arkadaşlar, emeğinizin karşılığı." deyince, hemen itiraz etti adamlar. İçlerinden iri kıyım olanı, bir adım öne çıkarak konuştu. "Biz hakkımızı Kürşat'tan aldık abi. Racon böyle, ekstra para almayız." deyince boynunu büküp, şöyle bir 'hasbinallah' çekti Ferit. Dikildi adamın ta çenesinin dibine. Şansını biraz fazla zorluyor gibi geldi. Adam ona neredeyse tepesinden bakıyordu. Bu mafyacılık oyununda fazla ileri gitmeye başlamıştı, haydi hayırlısı. Başına iş almasa bari. Adamın burnunun dibinde, bağırıyordu. "Sıçarım lan raconuna şimdi senin, hıyar! Alacaksın diyorsam alacaksın bu parayı, o kadar! Al, burada on bin lira var. Helâli hoş olsun. Sor, bunu niye veriyorum size? Şundan veriyorum: 'Bu çocuk zengin çocuğuymuş, bunu yine kaçıralım da fidye isteyelim' gibi düşünceler aklınıza gelmesin diye. Maazallah..." deyince, adam hemen parayı alıp, arkada bekleyen arkadaşına verdi. Bir adım geri çekilip, süzdü onları Ferit. "İnşallah öyle bir şey yaparsınız da ben de sizleri bulup..." demişti ki adamlar önlerini iliklermiş gibi yapıp, eğildi saygıyla. "Estağfurullah, olur mu öyle şey abi. Kitabımızda yazmaz bizim. Saygılar."
Ferit başka bir şey demeden ahırdan dışarıya çıkarken, adamlar da alınlarında biriken teri siliyorlardı. İçlerinden biri seslendi Berke'ye. "Oğlum, bula bula bunun kızını mı buldun lan oynaşacak?" dedi azarlayarak. "Nerdeyse senin yüzünden biz de bok yoluna gidecektik." Sonra döndü arkadaşlarına. "Kim bu oğlum ya? Herif çekip vuracak sandım anasını satayım. Gözü dönmüş bunun şerefsizim. Hangi bölgenin mafya babası acaba?"
Ferit arabasına vardığında ilk işi, üzerindeki kıyafetlerden kurtulmak oldu. Kendi giysilerini giydikten sonra, onları uygun bir yerde alelacele yakıp, belindeki oyuncak tabancayı da fırlattı gitti dere kenarından geçerken suyun içine. Günlerden beri kafasını meşgul eden sıkıntıyı gidermişti sorun çıkmadan çok şükür. Arabada giderken dikiz aynasından kendine şöyle bir baktı. Hüzünlendi kırlaşan saçlarını görünce. Efkârlandı, tutturdu bir şarkı eskilerden.
"Neden saçların beyazlanmış arkadaş, sana da benim gibi çektiren mi var. Görüyorum ki her gün meyhanedesin. Yaşamaya küstürüp, içtiren mi var."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
YABANGÜLÜ NESRİN
RomanceKadınların en ama en tehlikeli oldukları yaş dönemi budur. Gerçi kadınlar her yaş döneminde tehlikelidirler ama otuzlu yaşlar daha başkadır. İşte bu dönemlerde kadınlardan korkulur. Hele hayattan aradıklarını bulamadılarsa. Bu dönemin kilit yaşı, ot...