Aman Allah'ım! O neydi öyle? Durduk yerde yapılacak hareket miydi bu?

6 0 0
                                    

Adımlarını sıklaştırdı Nesrin. Gideceği mesafe yakın olduğundan arabayı almaya gerek duymamış, 'beş dakikalık yol şurası, arabayla mı gideceğim artık' derken, yağmura yakalanmıştı. Arkasında tiz bir korna sesiyle irkilince, kenara doğru çekildi kaldırımda yürürken. Herhâlde anlayışlı bir sürücü, aracının sıçrattığı sulardan ıslanmasın diye ikaz ediyordu. 'Böyle sürücüler kaldı mı ki' diye düşünürken, ısrarla korna çalmaya devam ediyordu bu kişi. Ha, anlaşıldı. Demek ki bu da yolda güzel bir kadın gördüğünde illâ ki asılacak tiplerdendi. Tabii, arabası var. Hani her arabalı erkeğe kadınların bayıldığı bu anlayış, efsane gibi dolaşır ya ortalıkta. Araç bu defa iyice yaklaşmıştı yanına. Eski püskü bir cipti bu.
"Nesrin Hanım ıslanıyorsunuz, buyurun."
Adının söylendiğini duyunca, yüzüne düşen ıslak saçlarını eliyle düzeltip, aracın camına doğru eğildi. "Ah Ferit Bey, siz miydiniz?" dedi saçlarından süzülen yağmur sularının arasından bakarak. Bu arada yan kapıyı açmıştı bile Ferit.
Nesrin, araca bindiğinde ıslak saçlarından yüzüne sular süzülüyor, üzerindeki keten elbise iyice ıslandığından, vücuduna ikinci bir deri gibi yapışmıştı. Ferit bir kâğıt mendil uzatınca, gülümsedi. "Teşekkür ederim Ferit Bey," dedi mendili yüzünde, boynunda hafif dokunuşlarla gezdirirken. "Ben de bu münasebetsiz kim böyle arkamdan korna çalıyor diye bakmamaya çalışıyordum."
"Aşk olsun Nesrin Hanım. Beni o zibidilere mi benzettiniz yoksa?"
Gülümserken sitem eder gibi konuştu. "Estağfurullah Ferit Bey. Vallahi sizinle kavga edeceğiz bu gidişle. Ayol, size de maşallah hiçbir şey söylenmiyor. Lafı hep tersinden anlıyorsunuz. Mahsus mu yapıyorsunuz böyle? Ben onu mu demek istedim Allah aşkına?" diye dert yandığında, muzipçe güldü Ferit. "Biraz genç olsaydım, ben de o niyetle korna çalardım size ama görüyorsunuz halimi. Güzel bir kadının arkasından korna çalma yaşım çoktan geçmiş. Benimki dostçaydı."
İçinden, 'keşke o niyetle çalsaydınız kornayı' diye söyleyen düşüncelerini, tabii ki bilmiyordu Ferit. Yüzünü sildiği kâğıt mendili katlayıp, aracın yan tarafındaki kapı cebine koyarken, "Yok yok, siz iflâh olmazsınız. Kendinizi böyle yaşlı gördükçe" diye söylendi. Ferit, onun bu söylediğini duymamazlıktan gelmişti. "Sahi sormayı unuttum. Nereye bırakayım sizi?" diyerek sözünü kesti. "Bilmem, beni o kadar çabuk bırakacaksınız demek ki. Tabii, hemen başınızdan atmaya bakın. Ama duyduğuma göre, başkalarını gezdiriyormuşsunuz arabanızla." 'Hayda! Bu ne şimdi? Dedikodu bu kadar çabuk mu yayılmış? Ah bu kadınlar,' diye söylenirken içinden, açıklama gereği hissetti. "Kış başında bir ev almıştım. Gülnaz'la Nergis, biz de görelim deyince..." Vay vay vay! Gülnaz'la Nergis ha? Samimiyet ilerlemiş demek ki. 'Hanım' lafını kaldırmışlar aralarında, ama bize gelince hâlâ 'Nesrin Hanım.' Gerçi sadece Gülnaz yokmuş, Nergis de varmış araçta. Şimdilik bir tehlike yokmuş gibi gözükse de ufak ufak başlayan bu gezmeler önce arkadaşlığa, sonra da ateşli bir ilişkiye dönüşüverirdi hemen. Kadın kadının hâlinden anlardı. Teyzesinin içinde böyle bir duygu olmasa, öldür Allah gitmezdi Ferit'le. Olsun bakalım, nasıl olsa anlayacaktı. "Şuradan sola dönüp, karşı caddenin köşesinde indiriverin beni zahmet olmazsa." diyerek, bu kadınsı kıskançlık düşüncelerinden biraz olsun uzaklaşmaya çalıştı. Ama Ferit, o niyette değildi. "Yağmur iyiden iyiye arttırdı Nesrin Hanım, baksanıza. İmkânı yok gideceğiniz yere bırakmadan arabadan indirmem sizi." diye söylenip, bastı gaza.
Bu adama nedense kanı kaynamıştı. Şımartıyordu onu. Allah'ım nasıl bir paradokstu bu böyle? Neden genç erkekler kaba oluyordu? Kibarlık yapmaya kalksalar bile içten olamıyorlar, yapmacık hareketleri o kadar sırıtıyordu ki. Ama olgun erkekler öyle mi ya? Kadın ruhundan anlayan onlardı. Bir de olgun erkek daha sadık oluyordu. Belki de tabiatın kanunu böyleydi. Genç erkek, 'nasıl olsa yaşım genç, daha bunun gibi nicelerini bulurum' diye düşündüğünden mi acaba hoyrat davranışlar sergiliyordu? Ama olgun erkek ne yapsın? Yolun yarısını çoktan geçmiş. Bundan bir adım ötesi yaşlılık. Elindekinin değerini bilip ona sıkı sıkı sarılmaları ondan mı acaba? Varsın öyle olsun. Onu sarıp sarmalayan, seven, varsın yaşlı erkek olsun. Nesrin'in de istediği bu değil miydi bundan sonra? Yorulmuştu artık. Bundan böyle sakinlik, dinginlik olsun istiyordu hayatında. Ferit gibi bir erkekle beraber olsa, fena mı olurdu? Çok güzel olurdu aslında. Ama görünüşe bakılırsa, teyzesi ondan erken davranmıştı galiba. "Gülnaz teyzem aslında pek utangaçtır. Yabancı erkeklerle öyle gezmelere falan pek gitmez ama." dediğinde, Ferit tam cevap verecekti ki gideceği yere gelmişti Nesrin. "Ah tamam, burası," dedi karşı kaldırımdaki bir dükkânı göstererek. "Ben ineyim izin verirseniz. İş yerim hemen şurası." Kaldırıma iyice yanaştı Ferit. Çünkü bordür taşlarının kenarından akan sular taşmış, neredeyse küçük bir dereye dönüşmüştü. Aracın etrafından dolaşarak, Nesrin'in kapısını açmıştı ama akan yağmur sularıyla oluşan su seli, onun adımlayacağından çok genişti. Nesrin araçtan inmiş, ıslaklıktan bacaklarına yapışmış elbisesinin eteğini aşağıya doğru çekiştirip düzeltmeye çalışıyordu. Elbise keten kumaştan olduğundan yağmur suyu içine işlemiş, ne kadar çekiştirse de toparlayamıyordu. Şöyle bir etrafına bakındıktan sonra, aniden kararını verdi Ferit...
"Çok çok özür dilerim."
Neye uğradığını anlayamamıştı Nesrin. Kendini kaldırımda ayakta bulunca, şimdi karşısında kızarıp bozarıyordu Ferit. Bir kahkaha attı, hem de çıngıraklısından. "İlahi Ferit Bey! Sen çok yaşa emi. Nasıl yaptın bunu böyle? Otuz dört yaşıma geldim, ayaklarım suda ıslanmasın diye, kimse beni kucağına alıp karşıya geçirmedi şimdiye kadar bu ömrü hayatımda." Ferit, üstünü başını düzeltip yağmur damlalarını silkelerken, devam ediyordu onu övmeye Nesrin. "Yok olmayacak. Bugünden tezi yok, senin gibi kibar, kadın ruhundan anlayan, saygılı, incelik sahibi, olgun, böyle bir erkek arkadaş aramaya çıkacağım. Aklımda yoktu ama vallahi bunu ciddi ciddi düşünmeye başladım artık sayende." derken, Ferit ne kadar mütevazı davranmaya çalışsa da Nesrin devam ediyordu konuşmasına. Sanki taş atar gibi söylüyordu. "Ha Ferit Bey, böyle tanıdığın biri var mı acaba bana tavsiye edebileceğin? Yani arkadaş çevrenden falan diyorum. Ama senin gibi, çok kibar biri olmasını istiyorum. Eh, yazar olmasa da olur." Ferit ise onun bu kinayeli asılmalarına aldırmıyor, inerken söylediği 'iş yerim' sözüne takılmıştı. Ne Gülnaz ne de Nergis bahsetmişti onun bir 'iş yeri' olduğundan. "Pardon Nesrin Hanım, iş yerim mi demiştiniz?" Anlamamazlığa geliyordu Ferit. Lafı dolaştırıyordu. Olsun bakalım. Cevapladı onu.
"Evet, bir iş yerim var benim. Ne yani, olamaz mı?"
"Şey, olur da... Hiç duymadım, ondan şaşırdım."
Henüz vaktin çok erken, bir de mevsimin kış olmasından dolayı, etrafta pek kimseler yoktu. Zaten kim olacak ki bu tatil kasabasında? Havalar bozmaya başladığında, herkes İstanbul'a, Bursa'ya çekilip işinin başına dönüyordu. Kala kala, burada esnaflık yapan yerli halk, bir de emekliler kalıyordu. Etrafına bakınan Nesrin, Ferit'in elinden tutup, onu adeta yan dükkânın saçağının altına sürükledi. "Kuzum ne dikiliyorsun orada Allah aşkına? Hadi ben ıslandım. Sen de ıslanmak zorunda mısın? O güzel şarkının sözlerinde olduğu gibi, 'beraber ıslandık biz bu yağmurda, beraber yürüdük bu yollarda' diye düşüneceğim ama aramızda bir şey de yok." Böyle dedikten sonra aynı kahkahadan, bir daha patlattı. Bir taraftan da önündeki kapının kilidini açıyordu.
İçeriye girip ışıkları yaktıktan sonra ona doğru seslendi, "Gir içeri gir, korkma. Ben adam yemem." diyerek. Hasbinallah! Bak bak, o adam yemezmiş. Bu kadınlardan çekeceği vardı. Deminden beri söylediklerine bakılırsa, beş yaşındaki bir çocuk bile anlar nasıl ilân-ı aşk ettiğini. Ama arada Gülnaz var diye canı sıkılıyordu besbelli. Bu iğneli lafları söylemesi de ondandı elbette. Böyle davranmasına hiç gerek yoktu ki. Zaten çok beğeniyordu Nesrin'i. Ama onunla bir ilişkiye girmeye de korkuyordu. En çok da âşık olurum korkusu vardı. Zaten yazarlar duygusal olur. Nesrin'e büyük bir aşkla bağlandığında, bir türlü iflâh olmazdı artık. Onu en çok korkutan şey, buydu aslında... Birine bağlanmak. Bu yüzden kendine zorla engel oluyor, ona baktıkça içi eriyordu. 'Allah'ım, niye daha erken bir yaşta bu kadınla tanışmadım.' diye düşündüğünde, kızdı kendi kendine. 'Sanki erken yaşta tanışsa, Nesrin ona yüz verecek miydi? Geçmişe gidilse, aralarındaki yaş farkı kapanacak mıydı? Diyelim ki on yıl geriye gitseler; Ferit kırklı yaşlarda olacak, Nesrin de yirmili yaşlarda. Ee Ferit Bey, aldın mı cevabını? Bir daha böyle hayallere kapılma. Otur kıçının üstüne, önünden yemeye bak.'
Kendi kendine konuşmaya başlamıştı son günlerde. Hele hele Mudanya'ya gelip yerleştiğinde, daha çok olmaya başladığını fark etti bu durumun. Paranoyak mı oluyordu yoksa? Yok canım. Tüm yazarların böyle olduğunu biliyordu. Roman yazarları kafasında önce sesli düşünürler, sonra da onu yazıya dökerlerdi. Eğer bir kişi böyle yapamıyorsa, ondan yazar falan olmazdı. Bunu bir yerlerden okumuştu ama şu ruh haliyle hatırlamıyordu, zaten hatırlamak da istemiyordu. Aslında canını sıkan şeyin, yeni romanından daha iki satır bile yazamamış olduğuydu. Aylar geçmiş, henüz bilgisayarında doğru dürüst bir yazı bile oluşmamıştı. Bir sürü eskizler, karalamalar yapmış, bol bol karakterler çıkarmış, bazı olası senaryolar üretmiş, birçok mekân analizi yapmıştı ama bir türlü romanına başlayacak o sihirli cümleyi bulamamıştı. İşte o cümleyi bir bulsa, gerisinin çorap söküğü gibi geleceğine inanıyordu. Bu, yazdığı diğer romanlarında da böyle olmamış mıydı? Romanlarının birinde, sadece kitaba vereceği ismi düşünmüş, yazı plânı yapmadan, oturup romanı bir çırpıda yazıvermişti. 'Adaletçi' romanını bu tarz yazmıştı. Hiçbir ön çalışma yapmadan, kurgulamadan, sadece doğaçlama. Hatta bir adım daha ileriye gitmiş, etrafındaki arkadaşlarının yönlendirmeleriyle, romana sonradan karakterler bile eklemişti. İşte bu yazacağı yeni romanının da tüm kurgusunu kafasında kuruyor, her şeyi düşünüp ayarlıyor, ama gelin görün ki bir türlü yazmaya başlayamıyordu. Ta o cümle kafasında belirinceye kadar. İlham denen şey bu olsa gerek. Bu bir cümle, bir kelime, hatta birden oluşuveren basit bir fikir dahi oluveriyordu. Zaten Ferit Cemil Bursalı'nın roman yazma tarzı buydu. Diğer tanınmış yazarlar nasıl yazıyorlar bilmiyordu ama bilmek de istemiyordu. Hepsinin canı cehenneme. Niye kızmıştı ki birdenbire? Niye olacak? Tanınmış olmaları demek, yayınevlerinin okumadan onların romanlarını basması demekti. Çakma şarkıcıların ya da sözüm ona sanatçıların çıkarmış olduğu pespaye kitaplar aklına gelmişti yine. Bir de yeni türeyen genç yazarlar vardı parayı bastırıp, neredeyse ilkokul düzeyinde yazmış oldukları kitapları, merdiven altı yayınevlerinden çıkaran. Onlar da bir yerlerden duymuşlar ya... İllâ ki 'ayrıntı' yazacak. Sanki trafikte yol tarif eder gibi levha ve sokak adları, 'iki yüz metre sonra araç sola dönüyor' demeler falan. Bir de romanla hiç alâkası olmayan mekân tarifleri vardı. Camiler, okullar, çeşmeler... Ne bileyim, roman karakterinin giydiği elbiseyi en ince detayına kadar yazmalar... Ha, bir de tarihçiler vardı. Bilmem kaçıncı Ahmet Çeşmesi dedin, tamam... Ama kardeşim, roman yazıyorsun sen. Sakız gibi uzatmanın âlemi var mı? Çeşmenin tarihçesini bilmek istesek buluruz bir yerlerden, okuruz değil mi? Çok kızmıştı bu kitap bahsine. Kendi yazdığı kitaplar yayınevlerinin kapısından bir bir çevrildikçe, bu gibi düzeysiz kitapların basılıp piyasaya sürülmesine, nedense ifrit oluyordu.
Neyse uzatmayacaktı artık. Kafasındaki bu negatif duyguları silmeye çalıştı bir an. Etrafı inceliyordu. Burası, caddeye cephesi dar ama içeriye doğru genişleyen, bayağı büyük bir dükkândı. Şöyle alıcı gözüyle bakındı sağa sola. Etraftaki elbise bolluğuna bakılırsa, Nesrin'in bu dükkân, bir kadın giyim mağazasıydı. Girişteki tabelâya baktığında, orada yazan 'boutique' yazısını görünce, gülesi geldi. Şu içimizdeki yabancı merakımızı bir türlü yenemedik vesselâm. Onu bile Fransızca yazmaları yok mu? Sanki Türkçe okunuşu 'butik' yazılsa olmayacak. Gerçi o da yabancıdan devşirme ya. 'Ama bu da bir dil zenginliği' diye çevirdi kafasında.
Tam bu sırada, düşüncelerini böldü Nesrin onun. "Rahatınıza bakın Ferit Bey. Ben şu üzerimdeki ıslak elbiseden kurtulsam, hiç fena olmayacak." dediğinde, alıcı gözlerini dikti onun vücuduna. İllâ ki bir espri yapacak ya, "Aslında bu ıslak elbise de fena durmuyordu üzerinizde ama." dedi gülümseyerek. Onun bu sözlerinin ardından çapkınca bir bakış fırlatıp içeriye giden Nesrin'in arkasından söyleniyordu yine kendi kendine. 'Oğlum, bu defa sen asıldın kadına' diyordu. Neymiş, 'ıslak elbise fena durmuyormuş üzerinde.' Bak bak. Yani kadına demek istiyorsun ki; 'Elbise vücuduna yapıştığından, her yerin meydanda. Ben de bir erkek olarak bakmaktan zevk alıyorum. Ah elbiseni değiştirmesen de güzelce göz banyosu yapsam' diyorsun ona kart sapık!
Nesrin arkalara bir yere giyinmeye gittiğinde, dükkânın içini incelemeye koyulmuştu. Burası kadınlar için giyim eşyaları satan bir yer olarak gözüküyordu. Elbise ve diğer giyeceklerin yanında, çanta, kemer, küpe, bilezik, incik boncuk vs. aksesuarların da bol olduğu görülüyordu. Kocasının bir cinayete kurban gitmesinden sonra, kıskançlık meselesinden dolayı Bora ile ayrılık yaşadığını, bu yüzden çalıştığı gazeteden ayrıldığını öğrenmişti Gülnaz'dan. Ama butik işine girdiğini bilmiyordu. Belki de yeni girmiş, ona söylemeye fırsat bulamamıştı.
Az sonra, içeriden gelen topuklu ayakkabı tıkırtılarına bakılırsa, Nesrin üzerindeki elbiseyi değiştirmiş, bu tarafa doğru geliyordu. Yaklaştığında, bir an gözlerine inanamadı. Vay vay vay! Bu da ne böyle? Böyle bir kıyafet olabilir miydi? Yok canım, bunu herhâlde sadece dükkânın içinde satış yaparken giyecekti. Yoksa bu elbiseyle dışarıda imkânı yok gezilmezdi. Eh gezilirdi de bu elbiseyi giyen kadının yanındaki erkek muhakkak katil olurdu, bu kesin. Giymiş olduğu elbise çok ama çok seksiydi. Sanki içinden bir ses, 'bu elbiseyi onun için giydiğini' söylüyordu. Yanılmaz güdüleri vardı Ferit'in. Ona yüz vermiyor ya, 'bak da gözün kadın görsün' der gibi, gözünün içine sokuyordu kendini. Ama bir erkek olarak çok iyi biliyordu ki, bir elbiseyi seksi yapan içindeki malzemeydi(!) Elbise ne kadar güzel olursa olsun, içindeki malzeme defoluysa, boş ver gitsin. Kadınların o yuvarlak hatları elbiseyle uyum sağlayıp, gerektiği yerde vücuduna oturup, gerektiği yerde bollaşıp, oralarda neler olduğunu erkeklere hayâl kurma fırsatı veren bir elbise, seksi demektir. Teknoloji, kadınların yararına çalışıyordu. Ama iyi ki böyleydi. Yoksa çiğ çıplaklık, estetik değildir. Bazı yerleri hafifçe açıp bazı yerleri gizlemek, onlara bakan kişide merak uyandırdığını, çok iyi biliyordu kadınlar.
Elbisenin eteği, dizlerinin çok çok üstündeydi. Göğüs kısmı değil de elbisenin sırt dekoltesi, kuzguni siyah dalgalı saçlarıyla beraber, kumaşın yumuşak kıvrımları, beline kadar iniyordu. İnce kumaştan özenle dikilmiş elbisesinin içindeki iç çamaşırının özelliğinden olsa gerek, göğüsleri tiril tiril sallanırken, muhteşem yuvarlak kalçaları iyice yukarıya toplanmış gibi duruyordu. Elbise süper miniydi. Eteğine yakın bir yere kadar uzanan yüksek topuklu, dizlerinin üzerini geçen, kışlık siyah deri çizmeler giymişti. Elinde olmadan yutkundu Ferit. "Çok hoş olmuşsunuz Nesrin Hanım. Bu ne güzellik?" diyebildi ancak. Geldi, bacak bacak üstüne atarak oturdu karşısındaki sandalyeye. Sanki oturuşu bile başkaydı. "Çok teşekkür ederim Ferit Bey. Ama size sitem etmeden duramayacağım."
"O niye ki? Yine ne yaptım?" diye sorunca, dudaklarını büzerek, küsermiş gibi yaptı haspam. "Gülnaz'la Nergis'e hitap ederken 'hanım' lafı kullanmıyorsunuz, bana gelince mi böyle söylüyorsunuz? Vallahi güceniyorum bak. Ben bundan şunu anlıyorum..." dedi ama konuşmasına bir es vererek, badem gibi güzel gözlerini dikti Ferit'e doğru. Bir müddet bu gözlerin etkisi altında kalıp büyülenmiş gibi duran Ferit, toparlandı aniden. Sordu ona "Ee, bundan neyi anlıyorsunuz Nesrin Hanım? Anlatın da biz de bilelim." dedi.
"Neyi olacak? Benden korktuğunuzu."
Ahha! Olacağı buydu işte. Tahmin edebiliyordu onun böyle bir karşı hamle yapacağını. Ediyordu da yakın bir zamanda olacağını düşünemiyordu. Demek ki artık ona yaklaşmayı kafasına iyice koymuştu. Baktı ki ilk hareket Ferit'ten gelmiyor, inisiyatifi ele alma ihtiyacı hissetmişti. Böyle yapmasa, onu teyzesine kaptıracaktı. Çok akıllı kadındı. Baktı ki onu kendine bağlayamayacak, erkeklik egosunun üzerine oynamaya başlamıştı. Korkarım bu kadın, daha da ileri gidecekti... Kesin. 'Ona fırsat vermezsem, erkekliğime laf söyleyecek' diye düşünürken, sanki düşüncelerini anlamışçasına, pat diye söyleyivermişti düşüncesini Nesrin. "Kendinizi yaşlı hissediyorsunuz, bu çok normal. Benim gibi genç bir kadını yanınızda taşıyamayacağınızı düşünüyorsunuz." dedi ve iç çekti. "Siz de haklısınız, ne diyebilirim ki?"
İşte bu kadarı fazlaydı. Ne derlerse desinler, erkekliğine lâf etmesinler. Gençliğinde bu gibi laflara güler geçerdi ama yaşlılığında insan pek alıngan oluyordu. Yok, bu kadınla böyle baş edemeyecekti. En azından onun istediği samimiyeti vermeliydi. Bu kadar samimiyetten bir şey olmazdı. Kendinden çok genç bir kadınla gönül ilişkisine girmeyi, prensip olarak düşünmüyordu aslında. Çünkü ilişkilerinde saflık ve dürüstlükten yanaydı. Kısa gönül maceraları ona göre değildi. Bu yüzden, genç bir kadınla uzun bir aşk ilişkisi yaşamak, onu yorardı. Bunu tahmin edebiliyordu. Hayır, kendini düşündüğünden değil, aşk yaşayacağı kadını yarı yolda bırakacağından korkuyordu. Ne bileyim? Onun da şahsi düşüncesi böyleydi işte. Başka erkekler olsa, 'nasıl olsa buldum' deyip, gerisini düşünmezdi. Ama Ferit, öyle erkeklerden değildi. Bunun ilerisi de vardı. Sonuna kadar gitmek isterdi sevdiği birisiyle. Dolu dolu yaşamak isterdi onunla her şeyi, ama her şeyi.
Biraz önceki son sözlerini anlamamış gibi yaptı onun. "Siz beni yanlış anladınız Nesrin Hanım," dedi kibarca. "Size 'hanım' diyorum ama sadece saygımdan. Yoksa samimi olmak istemediğimden değil. Anladın mı Nesrin?" diyerek ilk adıyla hitap edip, arkasına 'hanım' kelimesini koymayınca, Nesrin'in yüzüne sanki bir rahatlama, bir galibiyet duygusu geldiğini görmüştü. Ama hâlâ zorluyordu şansını. "Ee, tamam da ben ne diyeceğim size? Ferit mi?" dediğinde, acı acı güldü. "Bak işte, dönüp dolaşıp anlatmak istediğim yere geldik... Yaş meselesi. Gördünüz mü? Aramızdaki yaş farkını siz bile yüzüme vuruyorsunuz. Ben size herkesin içinde 'Nesrin' diyebilirim ama siz 'Ferit' diyemezsin." Nedenini biliyordu ama illâ ki sordu 'neden' diye. "Neden mi Nesrin Hanım? Sizden yaşça oldukça büyüğüm bir kere. Onun için kimse yadırgamaz benim size 'Nesrin' dememi ama sizin bana 'Ferit' diye hitap etmeniz, toplum içinde hep yadırganacaktır."
Ferit konuşmasına daha devam edecekti ki nutku tutuldu birden. Aman Allah'ım! O neydi öyle? Durduk yerde yapılacak hareket miydi şimdi bunun yaptığı? Oturduğu yerde bacak değiştirirken yaptığı hareketten, aklı gidecek gibi oldu. Biraz önce, 'Temel İçgüdü' filminin bir sahnesi, ağır çekim olarak yaşanmıştı burada. Aynı o film karesinde olduğu gibi, Ferit'in gözlerinin içine baka baka, hiç acele etmeden bacak bacak üstüne atma bahanesiyle, aralamıştı bacaklarını. Ferit gözlerini kaçırarak eliyle yüzünü sıvazladı alnından akan birkaç damla teri silmek bahanesiyle. Şimdi adrenali yükselmiş, nabzı tavan yapmıştı. Hissediyordu bunu. Kesin mahsus yapıyordu kaltak. Şimdi öyle buğulu bir sesle konuşuyordu ki. "Yani diyorsun ki Ferit. Bundan şunu anlıyorum. Burada bizden başka kimseler yok. Öyleyse bana 'Ferit' diyebilirsin?" Ferit kekeledi, "Eh, yani. Tabii ki..." diye kırık dökük bir cümle döküldü dudaklarından.
Yavaşça ayağa kalktı Nesrin. Ondan tarafa yürüyordu. Teninin kokusu... Neydi bu? Dayanamıyordu. Üzerine üzerine geliyordu. Baş döndürücüydü. Allah'ım nasıl bir mahlûktu bu böyle? Çok kışkırtıcıydı. İnce elbisesinin içinden, göğüslerinin birer körük gibi inip kalktığı görülüyordu. İyice yaklaştı. "Dışarıda toplum içinde değil ama biz bize, baş başa olduğumuz anlarda sana 'Ferit' diye hitap etmek, beni çok mutlu edecektir." dediğinde, nerdeyse vücutları birbirlerine değecek kadar yakındı. "Varsın olsun herkesin içinde sana 'Ferit Bey' diyeyim. Ama burada, sadece seninle olduğumda 'Ferit' demek, bana yeter de artar. Bu imkânı bana verdiğin için, sana çok teşekkür ederim Ferit."
O 'Ferit' kelimesini, nasıl bir ses tonuyla söylemişti öyle? Eh, ok yaydan çıkmıştı artık. Bunu geç de olsa anlamıştı. 'Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın.' O, ne kadar da 'istemiyorum, yapamam' dese de kendiliğinden olmuştu her şey. Aklının ucundan bile geçmeyen bu tehlikeli, bir o kadar güzel ve dayanılmaz yakınlaşma, bir anda olup bitivermişti. Nasıl olduğunu anlayamamıştı. Ferit'in kendisinin bile tanıyamadığı bir sesle, "Diyebilirsin Nesrin; burada aklına ne gelirse, her şey, ama her şey diyebilirsin. Ne istersen, her şey yapabilirsin." derken, Nesrin yavaşça ayağa kalkıp, dükkânın kapısını içeriden kilitledi.

YABANGÜLÜ NESRİNHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin