Bugün, üçüncü günüydü geleli. Başını bulutsuz gökyüzüne kaldırdı, derin derin içine çekti temiz havayı. Masmavi bir gökyüzü, pırıl pırıl bir deniz, sakin bir kumsal. İyi ki gelmişti buraya. Anlaşılan, aradığı yeri bulmuştu. 'İyi ki kaçmışım o koca şehirden' diye düşündü. Her köşesi insanı şaşırtan güzelliklerle dolu olan ama bir o kadar da dünyanın bütün pisliklerini içinde bulunduran kokuşmuş bir şehirdi orası. Neymiş? İstanbul. Tamam, dünyanın sayılı şehirlerinden biri olabilir ama İstanbul artık eski İstanbul değildi ki, sadece adı kalmıştı. İçinde tüm pislikleri, akıl almaz rezillikleri barındıran, devasa bir çöplüğe dönmüştü. Böyle ortamlardan nemalanan ne kadar adi, ne kadar kan emici varsa, hepsi buradaydı. Ama Ferit Cemil Bursalı gibi duygusal biri için, ilhâm kaynağı olmaktan çıkmıştı artık. Büyükşehirin iç bayıltan tıkış tıkış, yapış yapış kalabalığından sonra, burada olduğuna hâlâ inanası gelmiyordu. Tam istediği, hâyâl ettiği yeri bulmuştu. 'Kaçıp gideceğim, öylece bırakacağım bu lânet şehri' diyordu ama o bıraksa da İstanbul onu bırakmıyordu bir türlü.
Geçen hafta nasıl olduysa ani bir karar vermiş, fazla üzerinde düşünmeden apar topar kaçmıştı arkasına bakmadan. Çok iyi biliyordu ki biraz daha oyalanırsa, imkânı yok çıkamayacaktı bu efsunlu şehirden. Bir de böyle bir özelliği vardı. Oraya giren, bir türlü çıkamıyordu nedense. Nicelerini yalayıp yutmuştu da doymak bilmiyordu lânet olası pislik şehir. 'Hâlâ yok mu' diyordu yüzünü bakir Anadoluya dönüp.
Neyse, nihayet istediği gibi bir yer bulmuştu. Sakindi burası. Üstelik eskiden kalma taş yapı otelin bu odası, denize bakıyordu. 'Denize bakıyordu' lâfı hafif kalır, kıyıya iyice yakın olduğundan, sürgülü balkon camlarını açtığında, dalgaların kayalıklara ahenkli vuruşlarını duyabiliyordu oturduğu yerden. Martıların çığlıkları, balık kapabilmek için suya dalıp çıkmaları, ona görsel bir şölendi adeta. Balkonun sol tarafından biraz ileriye baktığında, iskeleden olta atan birkaç emeklinin, aralarında konuşmakta olduğunu gördü. Belli ki onların derdi balık tutmak falan değil, birbirleriyle yarenlik edebilmekti. Gülümsedi. Kendi de onlar gibi değil miydi sanki? İyi ki bir şeyler yazıyordu. Yoksa ne yapardı boş boş? Hayâli bile korkunçtu.
Gördüğü diğer otellere göre koskocaman balkonu, neredeyse oda kadardı. Odaları da ferah ve genişti. Nerde şimdiki kıç kadar otel odaları, nerde burası? Eskiden kalma yapı olmasından dolayı, o zamanların ihtiyacına göre, fazla oda yerleştirme kaygısından uzak inşa edildiği için, balkon oldukça büyük tutulmuş, doğayla baş başa kalabilme, önünde uzanan uçsuz bucaksız deniz manzarasından fazlasıyla yararlanma düşüncesi, daha ön plâna çıkarılmak istenmişti. Bu yüzden otelin ön tarafı boydan boya balkon olarak ayrılmıştı. Bundan sonra yazılarını; oturma odasında veya salonda değil de otelin balkonunda, iskeleti ferforje demirden yapılmış, üzerindeki beyaz boyası yer yer dökülmüş cam masa üzerinde; sabahın ilk güneş ışınları çırpıntısız masmavi suların üzerinde yıkanırken, martı çığlıkları arasında, meltemin insanın sırtında tatlı ürpertiler geçirten ama üşütmeyen o serinliğinde, kol yerleri yer yer eprimiş örme hasır sandalyesinde oturarak yazacaktı.
Gül ağacından yapım piposuna dikkatlice doldurdu tütünü. Küçük metal çubuğu ile hafif hafil bastırarak iyice yerleşmesini sağladıktan sonra, özel çakmağıyla usulca tutuşturdu ucundan. İlk nefes ciğerlere kadar çekildikten sonra, en kaliteli sigaralarda bile olmayan koyu mavimtrak dumanını, zevkle havaya doğru savurduğunda yaşanılan o müthiş keyif, ona göre hiçbir şeyde yoktu. Ağzına çikolatamsı bir tat yayılınca hafiften, dudakları kıvrıldı tebessüm ederken. Bu marka tütünün kokusunu nur içinde yatsın, rahmetli eşi pek severdi. Daha önce kullandığı tütünün nahoş koktuğunu söyler dururdu. En azından bunun, etrafa hoş bir çikolata kokusu yayacağını söylemişti hediye ettiğinde. Kullandığı pipo onun hatırasıydı. Evde tütün içildiğini sevmediği hâlde gitmiş, en kalitelisinden bir tane alıp, hediye etmişti evlilik yıldönümlerinde. Onu minnetle andığında, gözleri buğulandı. Ama kim ne derse desin, yurt dışından siparişle Brezilya'dan getirttiği, içimi hafif acımtrak, ağızda kekremsi bir nane kokusu bırakan, özel harmanlanmış, biraz da kalınca doğranmış o harikulade tütünün yanında, bunun esamesi bile okunmazdı.
Elindeki pipoyu yavaşça masadaki özel tablasına koyduğunda, ağız kısmına ince bir limon dilimi kıstırılmış, içindeki iki adet buzun tesiriyle iyice buğulanıp, buzlu cama dönüşen cam bardağa doğru gitti eli. Önce bardağı hafifçe sağa sola doğru çalkaladığında, buzların şıngırdayarak devinimini seyretti dalgın bir şekilde. Sonra irice bir yudum aldı ama hemen bırakmadı ağız kısmı geniş, altı kalın bardağı elinden. Ağzında ekşimsi, cin ve toniğin birleşmesiyle oluşan o kendine has özel aromayı yutkunmadan önce, damaklarında ezerek hissetti iyice. Sonra küçük bir yudum daha alıp tekrar piposuna uzandığında, otelin lobisinden kavga eder şekilde kadın sesleri geliyordu kulağına. Bu bağrışmalar da neyin nesiydi? 'Sakin bir yer buldum, yazılarımı burada rahatça yazarım' diye düşünürken, aşağıdan gelen sesler bayağı canını sıkmıştı. Sanki etraftan duyulmasın diye kısık sesle konuşuyorlardı ama tonlamalar bayağı sert ve kuvvetli olduğundan, belki de ortamın sessizliğinden olacak, "Aşkolsun teyze sana ya!" diye çıkışan öfkeli bir genç kadın sesi, otelin ikinci kat balkonunda akşam keyfi yapmakta olan Yazar Ferit Cemil Bursalı'nın kulaklarına kadar geliyordu. "Bunun için mi çağırdın beni? O adam içeride ne arıyor söyler misin?" dediğinde, 'teyze' diye hitabettiği kadının sesi daha yavaş, daha bir çekingen çıkıyordu. Sanki etraftan duyulacakmış da rahatsız olacaklar düşüncesi taşıyor gibiydi. Belki de mahcubiyetten, alçak perdeden konuşmaya gayret ediyordu. Ama bu sesi tanımıştı Ferit. "Yapma ama Nesrin" diyordu kısık, yalvaran bir sesle. "Senin o adam dediğin, hâlâ nikâhlı kocan." Bu ses, üç gün önce otele yerleşirken konuştuğu otel sahibi, kibar hanımefendi Gülnaz Hanım'ın sesiydi. Ama genç sesin sahibi, "Ya öyle mi? Nikâhlı kocamsa, üç aydır eve niye uğramıyor ha, niye uğramıyor?" derken, Gülnaz Hanım alçak sesle konuşmaya gayret gösterse de karşısındaki genç bayan, belli ki çok kızgındı. Tam kadıncağız ağzını açıp bir şeyler daha diyecekti ki, elini tehditkâr bir biçimde sallayıp, susturdu onu. "Dur, sakın söyleme" dedi sertçe. "Ne diyeceğini tahmin edeyim... Diyeceksin ki 'kocam olacak o adamın İstanbul'daki işleri o kadar yoğunmuş ki ancak bugün gelebilmiş.' Doğru tahmin edebildim mi?" Anlaşılan, yıkılmakta olan bir yuvayı kurtarma çabasındaydı kadıncağız. "Doğru değil mi ama tatlım?" dedi sesine yumuşak bir hava vererek. "Bak, adamcağız senin için uğraşıp didiniyor. İkinizin geleceģi için gecesini gündüzüne katıp çalışarak, yeni bir şube daha açtı geçen hafta. Çok çalışkan maşallah canım" dese de belli ki yuva çoktan yıkılmıştı. "Bak teyze, bilirsin, seni ablam gibi sever, sayarım" dedi genç kadın. "İyiliğimiz için uğraşıyorsun, biliyorum. Ama bu iş bitti diyorum, lütfen anla artık. O adam burada olduğu sürece, ben bu otele girmem. O kadar!" dedi ve hırsla ekledi; "Gitsin, İstanbul'daki işletmeleriyle ilgilensin. Ha sahi, bir de o çok kıymetli kokoş sevgilisiyle."
'Tipik bir Türk filmi hikâyesi' diye düşündü Ferit. Aldatılan bir kadın, zengin iş adamı, genç ve güzel sevgililer, metresler... Televizyon kanalları böyle basit dizilerden geçilmiyordu son günlerde. Çok klâsik bir cümle olacak ama hani herkes söyler ya... Kendi de haberler ve belgesel kuşağı hariç, televizyon izlememeye gayret ediyordu. Onun tarzı olmadığından, yazdığı romanlarında da bu konulara hiç girmiyordu. Ne onlar öyle? Cıvık cıvık genç kız tripleri, seyirciyi aptal yerine koyan basit senaryolar, vurdulu kırdılı çatışma sahneleri... Onları da gerçekten aktarabilseler keşke. Çektikleri dizi ucuza gelsin diye figüranları da etraftan seçtiklerinden, her şey yapmacık kokuyordu. Bir de konuyu sakız gibi uzatmaları yok mu? Aklına, yazdığı romanlar geldiğinde, canı sıkıldı. Nasıl sıkılmasın ki? O kadar büyük emeklerle araştırıp yazmış olduğu dört romanında yoğun olarak siyaset, sivil/asker, devlet/mafya ilişkilerini işlemişti ama hiçbir yayınevini, kitaplarını yayınlatma konusunda ikna edememişti. Romanlarının dosyalarını göndermiş olduğu yayınevleri, konuların içeriğini, yazılış şeklini beğendiklerini geri dönüşlerle bildiriyorlar ama iş yayınlamaya gelince, kendilerince bazı sebepler beyan ederek basmayacaklarını söylediklerinde, harcanan tüm emekler boşa gitmiş oluyordu. Ee, adamlar da haklı. Deyim yerindeyse, 'at izinin it izine karıştığı' bu günlerde, toz duman içinde, bu tarz romanları basmaya kalkarlarsa, günümüz Türkiye'sinde sıkıntılarla karşılaşacaklarını biliyorlardı.
Bin bir emekle yazmış olduğu romanının dosyasını gönderdiği bir yayınevi, bunu niye yayınlayamayacağını açık açık yazmıştı e-mailinde...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
YABANGÜLÜ NESRİN
RomansKadınların en ama en tehlikeli oldukları yaş dönemi budur. Gerçi kadınlar her yaş döneminde tehlikelidirler ama otuzlu yaşlar daha başkadır. İşte bu dönemlerde kadınlardan korkulur. Hele hayattan aradıklarını bulamadılarsa. Bu dönemin kilit yaşı, ot...