Göğe Bakar Başları

41 11 124
                                    

Sevgili Ali Akif,

Bir zamanlar bir çocuk tanımıştım. Alnındaki bir avuç siyah tel yamukça kesilmişti, hiç resimlerinde çizdiği kabarık kollu prenses elbiselerinden giymemiş olmasına rağmen pamuk prenses gibi etrafta dolaşmayı pek severdi. Her pazar akşamı istemeye istemeye girdiği banyonun beton zeminine bakarak geçirdiği dakikalardan sonra o sobanın yanındaki sarı mindere kurulur, dizlerini kendine çekip otururdu.

Bir keresinde yürürken tutunmaya ihtiyaç duyduğu soba elini yakmış olsa da küstüğü yere en fazla sırtını çevirirdi o, dudağını büzmekten başka da bir şey yapmazdı. Bakışlarını öyle bir kaçırırdı ki orada bir avuç kırık görecek olan istese de göremezdi. Belki de görmedikleri için kaçırmaya başlamıştı. Tıpkı senin gibi onun sobasının üstünde de pişen kestaneler ve yine o sobanın yanına kurulmuş sarı bir minder vardı. Bir keresinde kumaşının fermuarını açıp içine girmiş ve büyük mindere sığarak hep hayal ettiği gibi uyumuştu.

Gözlerindeki sisler seninkilerden halliceydi. Bir toz bulutu gibi yoğunlaşır yoğunlaşır durur fakat batmazdı. Çocuklar sislerine düşman gözüyle değil, ev gözüyle bakarlardı. Ardında bir şeyler olduğunu bilmediğimiz sürece hiçbir sis boğmazdı. Ufak tefek koridordan her geçişinde burnunu yapıştırdığı aynalar ona hiç silah olmamıştı ama o her defasında nefesiyle yansımasını buğulandırıp işleri zorlaştırmayı severdi. Bazen de camdan dışarıya bakıp sokakta oyun oynayan çocukları uzun uzun izler, sonra belki çekmeceden çıkardığı ince masallara bakar veya sobanın yanındaki mindere oturup hep çizdiği resimlerden birini çizerdi.

Çocukluğumuz bazen bize çok şey anlatır ya hani Akif, bazı anlar olur ki o anın bilinçsizce yaşanışından tut onca hatıra arasından zihnimize çivi gibi çakılması dahi bize tevafuk denen şeyin varlığını hatırlatır. Daha okumayı doğru dürüst sökmemişken duvara asılı o takvimde bir kelime gördüğümü hatırlıyorum. Öbürlerine kıyasla kocaman yazılmıştı ve eğer zihnim benimle alay etmiyorsa kırmızıydı. O zamanlar manasızca "s" harfini biliyor, gördüğüm yerde tanıyordum. Bu koca kelime de üç harfliydi ve her seferinde kanepeye tırmanıp karşısında dikilmeme sebep oluyordu. İlk ve son harfleri aynıydı, ikisi de s'den oluşuyordu fakat ortadaki yabancıydı ve ben kafamda türettiğim şeylerle asla o boşluğu dolduramıyordum. Evdekiler arada yanımda durup bana yardımcı olmaya çalışırdı ancak hiç kolay olmamıştı o kelimeyi çözmek. En nihayetinde kafamın içinde bir ışık patlamış ve çözmenin heyecanıyla özgür bırakmıştım kelimeyi dudaklarımın arasından:

"Sus!"

Diyorum ya Ali Akif, çiviler ve tevafuklar... Belki zordu anlaması sessizliğimizden.

Şimdi düşündüğümde bile o minderde otururken yanımda beliren boşluğa, o zamanlar benim boylarımda olacak kimseyi yakıştıramıyorum ama aynı zamanda merak etmeden edemiyorum: Bir gün ansızın gelseydin o eve, başını eğdiğin için kıvır kıvır saçların önüme çıkıp gözlerimi alsaydı, sonra benimkiler gibi bir kâğıt ve bir avuç boya kalemi bıraksaydık önüne... Ne kadar utangaç olursan ol, ne kadar kızarırsa kızarsın yüzün, gözlerimi yakaladığında hep aynı hissettirecek bir arkadaşla beni tanıştırır gibi bakacağından ve dudaklarının hafif hafif kıvrılacağından, ardından elinin saçlarına gideceğinden o kadar eminim ki... Sonra belki resim çizerdik ama sen benden daha güzel çizdiğin için tıpkı saçlarını çekemediğim gibi resimlerini de kıskanırdım sanırım... Yine de onlara zarar vermez, gittiğinde bir köşeye bırakırdım.

Seninle konuşmak biraz öyle aslında. Gerçi seninle şimdi dışında hiç konuşmadım öylece, karşı karşıya gelsek seni dinlemek için büyük bir hevesle açardım gözlerimi yalnızca sana. Sonra belki bir yere otururduk ve seni bir şekilde çocukluğunla ilgili konuşturmayı başarırdım. Anlattıkların değil anlatırken yüzünde beliren saf ışıltı tebessüm ettirirdi, eminim.

Kırmızı Elbiseli Kız'ın HikâyeleriHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin