Bölüm 24: Kör

669 95 9
                                    


&
Cantet'in kara renkli gözleri yavaşça aralandı ve göz yaşlarımla ıslanmış suratıma boş boş baktı. Kırmızı renkli bir kan damlası onun alnından çenesine doğru iz bırakarak süzüldü.

"Cantet..." dedim, onun aldığı her nefes için şükrederken "İyi misin?"

Yani, ne sorabilirdim ki? Veya ne söyleyebilirdim. Prensle evleniyorum? Rubrum ile anlaşma yaptım? Seni kubbeden çıkaracaklar, Elatha'dan kurtulacaksın? Herşeyden habersiz birine ne diyebilirdim? Sonuçta, sadece 'iyi misin' diyebildim, geri kalan tüm sorulardan daha fazla önemsiyordum bunu.

Oysa boşlukta kalmış gibiydi. Yüzüme bakıyor ama sanki göremiyordu. Siyah gözleri donuklaşmıştı, ama hâlâ meydan okumaya devam ediyordu. Dudakları hafifçe aralandı ve kısık çıkan sesiyle "Nita." dedi, ben bir kez daha akan gözyaşlarıma engel olamazken.

"Göl..." diye mırıldandı "Göl."

Ellerim zincirlerle bağlıydı, kısıtlı hareket edebiliyordum. Yoksa ona sarılmak, başını göğsüme yaslamak isterdim. Asla yılmayacak gibi görünen biri, nasılda çökmüştü. "Cantet!" dedim, yapabileceğimin tümü buydu "Buradayım, sorun yok."

Arkasındaki zincirlerin birbirlerine çarpıp ses çıkarmasına neden olarak kafasını kaldırdı "Özür dilerim..." dedi, yanağından süzülen tek bir damla göz yaşı, akan kanına karışarak beni parçalarken. Cantet ağlamazdı ağlayamazdı, değil mi?

"Özür dilerim." dedi bir kez daha, bana bakıyordu ama nedense o göremiyormuş gibi hissediyordum. Dudakları tekrar aralandı "Seni koruyamadığım için özür dilerim." ve fısıltıyla devam etti "Seni korumaya gücüm yetmediği için özür dilerim." Ağladığımı görüyor muydu acaba? "Sana hiç..." dedi ve durdu, gözlerini kısarak süzdü beni "Seni seviyorum diyemediğim içinde özür dilerim."

Ben boğazımda düğümlenen hıçkırıkla boğuşurken "B-bende..." diyebildim "B-be-bende seni sevi..."

Gıcırdayarak açılan ağır kapının sesi cümlemi böldü. Kapıda, içeri girmeden dikilmeyi seçen iki asker, prense yol verdi. Gözlerimi Cantet'in siyahlığından, genç prensin kızıllığına çevirdim. Dokuz yaşında daha minik bir çocuktu ne de olsa. Ela gözleri, kıvırcık kızıl renkli saçları birde kıvrık boynuzları... Yanıma gelip merakla suratıma baktı, hiçbir şey söylememişti. Ona ne demem gerektiğinden emin değildim, bakışlarım yine Cantet'e kaydı. O ise farkında değil gibiydi, uyanık kalmak için çabalıyordu. Eğer gözlerini kapatırsa bir daha açmanın zor olacağını biliyordu belli ki. Yine içim acıyarak, çaresizce onu izliyordum. Bir süre daha dayanmak zorundaydı. Ve ben ruhumu prense bağladığımda o da özgür olacaktı.

"Kraliçe neden zindanda?" dedi, suratımı incelemekten vazgeçip askerlerine dönen küçük çocuk. Sonra bana doğru döndü "Sen beni kral yapacaksın, sevgilim. Yoksa taht ablama kalır. Gardiyan! Çözün onu." Dokuz yaşında bir çocuğun ağzından bunları duymak kesinlikle ironikti. "Senin adın ne, ufaklık?" dedim, acı acı gülümseyerek.

"Ufaklık değil." diyerek suratını buruşturdu. Evet, yaklaşık on yıl sonra muhtemelen çok yakışıklı bir genç olacaktı. Bense yaşlanmış bir kraliçe olacaktım.

"Adım Herna Corniger. Elatha'nın, ruhlar şehrinin varisiyim. Sende kraliçemsin." dedi, otoriter değil incecik çıkan sesiyle.

Yanıma gelen asker, beni günlerdir tutan zincirleri çözerek serbest bıraktı. Acıyan bileklerimi ovuştururken küçük prense karşılık verdim "Tabii, tabi."

"Diğer dünyada da bana bağlı olacaksın." dedi Herna, alnına düşen kızıl bir bukleyi eliyle düzeltirken "Bundan sonra benimsin."

Masum, kibirli küçük bir çocuk gibi dursada, konuşmalarından Elatha'yı iyi tanıdığı belliydi. Yani kibirli küçük bir çocuktu, ama ne kadar masum olduğu belli değil. Kesinlikle Rubrum'un kardeşi.

"Kurdunu gördüm." dedi prens "Çok havalı. Ablam diyor ki ruhu çokta güçlüymüş."

Küçük çocuğu başımla onaylarken Cantet'i süzüyordum. Askerlerle beraber kapıya yöneldiğimde ise bakışlarım hâlâ Cantet'teydi. Kim bilir, belki de bu onu son görüşümdü. Herna ile beraber zindandan çıktım. Hiç istifimi bozmadan, ne söylediyse onayladım ve cevap verdim. Boyu, aşağı yukarı belime geliyordu. Hemde susmayı hiç bilemeyen, durmadan konuşan can sıkıcı bir veletti. Çekilmezdi aslında. Tam bir baş belasıydı, yüzüm gülümsemekten ağrımaya başlamıştı. Zaten, Cantet'ten başka bir şey düşünemiyordum. Minik prens ise başımda konuşup duruyordu. Örnek vereyim mi? 'Kırmızı gül buketi istiyorum, gelinlik beyaz olsun mu, kurdunu da düğüne koyalım, saray bizim mi, ablam sarayda durmasın, sonra kedi de alabilir miyiz, ben pasta yemek istiyorum, pasta çikolatalı olsun, kral tacı takınca kraliçe de taç takıyor mu' Diyorum ya, çekilmezdi.

Beni nedimelerden biri kurtardı, prensin yanından 'hazırlanacak' deyip çekip aldı. Ona minnettar kalmıştım. Ancak çevremde bir sürü hizmetçiyle kendimi ayna karşında gelinlik denerken bulunca, fark ettim ki pekte kurtulamamıştım. Tüm bu olanlar umurumda bile değildi. Sadece Cantet'i düşünüyordum. Elime verilen kırmızı gül buketi, beyaz tüller. Üstelik bunlar henüz basit bir denemeydi, düğün yarındı. Ve kendimi yorgunlukla yatağa bırakmadan önce, ne olup bittiğini anlayamamıştım bile. Derin bir nefes aldım, evlenecektim. Hayatımı, ruhları tutsak eden sahte bir şehrin kraliçesi olarak geçirecektim. Keşke biri çıkıp 'tüm bunlar şaka' deseydi. Saray'ın büyük, rahat beyaz yatağında, bana özel hazırlanmış odada, kafamda türlü türlü düşünceyle uyuyamazken akan göz yaşlarımı sildim. Cantet hâlâ zincirlere bağlıydı. Onu bir kez daha görmeliydim, sadece son bir kez. Ve bana bir ömür boyu yetecekti. Gözlerimi kapatıp uyumaya çalıştıysam da başaramadım. Sadece ağlayabiliyordum. Yanıma, yatağa bir ağırlık çöktüğünde endişeyle gözlerimi araladım. Sonra gülümseyip elimi Turan'ın siyah tüylerinin arasına uzattım "Uçamayan kanatlı kurt, artık uçabilen Alata. Belki sende bir gün uçabilirsin Turan."

ELATHA Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin