kapalı olan havanın getirisi yağmur olmuştu. giydiğim ince ceket üşümeme engel olmuyordu, aksine daha da üşüyor gibiydim yürüdükçe ya da belki de bilinmezlikten gelen heyecanım kanımı donduracak kadar içime işlemişti ki yağmura suçunu kabul ettirmeye çalışıyordum. alnımın kenarında tutam olarak tuttuğum perçem yüzüme yapışmış, yapıştığı yerden su damlalarını yüzümde yuvarlıyordu. dudaklarımın üstünde toplanmış damlalarını hissetmek için dudaklarımı yalarken buluyordum kendimi. çocukluktan kalan alışkanlıktı. dudaklarıma dokunan her ıslaklığı emmek. bu tür süregelmiş alışkanlıkların unutulmaması değin korkunç başka şey daha yoktu şu hayatta, en dehşet verici şeylerden en masumuna değin. her yaptığında seni oraya götürecek ilahi bir güçle. geçmişten bu zamana değin en ince detayı ile varolan o varlığın. çocuk aklına yaptığın her şey, 27 yaşındayken de seni buluyordu. gözü kara, inatçı bir anı gibi. unutamadığın çoğu şey yaşantın boyunca sadece senin sahip olduğun şeyler olduğu da aşikar bir gerçekti. her ne tarafa çekersen çek, bana kalırsa bir şeyin tamamen benim olması beni bu hayatta kalıcı kılmazdı. korkunç olan şey unutulmayan şeylerken, en korkuncu unutuluyor olmaktı.
bir şeyin unutulmaması kadar korkunç başka bir şey yoktu şu hayatta. bir tiyatro sahnesi, bir sinema sahnesi, bir diyalog ya da bir monolog unutulmaz olunca seninle birlikte öleceği anlamına gelirdi. kimsenin bilmediği bir filmde de unutamadığın bir sahne olabilirdi, çoktan unutulmuş bir eserde de. herkesin düşük izlemeler verdiği bir filmde de unutulmayan bir sahne olabilirdi, en sevilen filmin kimsenin ilgilenmediği bir karakterin gözleri de unutulmayan olabilirdi. bir şeye bakmak değil de görmek bilhassa unutulmamaya ant içiriyordu ve bu çok da hoş bir şey değildi. hele ki ezberin kuvvetli bir bireysen, en korkuncu oluverirdi.
tüm kıyafetlerim sırılsıklam ıslandığında şirketin sokağına girmiştim çoktan. adımladığım her an yağmur damlalarının üstümdeki hissiyatını daha fazla hissediyordum, üşümemin aksine. üstümdeki suyun ağırlığı vücuduma fazla geliyordu. yağmurun ardı arkası kesilmiyordu sanki. boşanırcasına yağan yağmurlar hiddeti hiçbir şeyin hiddetine denk değildi. saçlarımı çözdükten sonra kafamı rahatlatıp biraz daha ıslanmasına izin verdim. adımlarken bir an durup saçlarımın suyunu hiçbir işe yaramayacağını bilsem de sıkmıştım. birazdan şirkete girince shoko'nun yerleri ıslattın zırlamalarını duymamak içindi bu denli boşa çaba. bunca düşüncenin arasında kafamı dinginleştirmek için içimden ezbere okuduğum birçok şey vardı: bunlardan birisi şiir oluyordu, birisi önceki filmlerimin diyalogları ya da unutamadığım şeylerin yinelemeleri.
karmaşıklık bir sarmalın içinden çıkan eşi benzeri görülmemiş bir bitki gibi hissettiriyordu tüm ezbere saydığım şeyler, kafamdaki tüm karmaşanın içinde bir anlık dinginlik bahşeden saydamlık gibilerdi ama bu her daim iyiyi çağrıştırmıyordu. kötüsünün ziyafet çektiği varlıkta benim kötülüğü ezberlemem lazım gelirdi, elimle ittirsem de elbet bilirdi.anahtarla içeri yavaşça girmeme rağmen tahta zemin üzerinde shoko'nun topuklu ayakkabılarını sesini hemen duymuştum. saçlarımdan düşen damlalar çoktan parkeleri ıslatmış, yiyeceğim azarı işitmek için başımı öne eğmiştim şimdiden. siyah topuklu ayakkabılar görüş alanıma girdiği an başımdaki kuru havluyu da hissettim. korkumun boşa olduğunu düşünürken fısıltıyla konuşuyordu sanki biri duymasını istemiyormuşcasına;
"bunun hesabını sonra soracağım sana. buraları sen değil ben temizliyorum."
gözlerimi kapatıp kafamın kurulanmasını ve söylenmenin bitmesini beklerken yine konuştu.
"satoru gojo içeride. saçlarını topla."
elinin üzerinden havluyu tutup gözlerine baktım. tepkime şaşırmış olacak ki irkilmiş ve gözlerini zar zor kırpmıştı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Monolog Senaryo // satosugu
Fanfiction"satoru gojo. oyunculuğa genç yaşta başlamış bir nepo bebektir. babasının oyunculuğudan ötürü eğitilerek büyümüştür. bu ülkede işlek her caddenin göz alıcı, ziyadesiyle büyük reklam afişlerindeki isimdir. bileğinde değeri markasından büyük şatafatlı...