26

192 17 24
                                    

Galdahae'ye giden upuzun bir taşra yolundan kasası kömürle dolu kırmızı eski bir kamyon geçti. homurdanan motorundan çıkan kara yoğun egzoz dumanı taze çim kokan bayırda dağılırken koltuğunda ki yaşlı şoför yaktığı sigaranın külünü işaret parmağı ile camdan dışarıya silkeleyip yoluna devam ediyordu. şaşırtıcı derecede huzurlu, dingin bir sabahtı. gökyüzü her zamankinden daha temiz ve güzeldi. günlerdir şehri saran yağmurlu ve kasvetli hava dağılmıştı, suya doyan toprak ve çiçekler parıl parıl parıldıyor esen tatlı rüzgarda keyifle sallanıyorlardı, kuşlar cıvıldıyordu sanki ibadet yada şükür ileten şarkılar söylüyormuş gibi sanki doğa ana derin bir nefes almıştı, merhametini  insanların üzerine çiseliyordu, ölümsüzdü. 

Üzerine yatan minik bedenin aksine.

Biraz önce kırmızı kamyonun önünden geçtiği çayırda küçük bir çocuk uzayıp çürümeye başlamış kuru otların üzerinde sırt üstü uzanmış hareket etmeden yatıyordu. rüzgar saçlarını yüzünde dağıtıp kulaklarında uğuldarken turuncu lekeleri olan lacivert bir kelebek tüm asaleti ve güzelliği ile onun üzerinden narince süzülerek geçti, küçük bir çocuğun yapması gerektiği gibi heyecanla onun peşinden gidip güzelliğine hayran olmak yerine gözlerini sağa çevirip bakmadı bile, kıpırdamıyordu hatta o kadar yavaş nefes alıyordu ki göğsü bile dümdüzdü. bedeni öyle cılız rengi öyle soluktu ki yüzü tıpkı bir iskeleti andırıyordu. ağzı hafif aralık göz çukurları belirginleşmiş, yanakları çökmüştü onu uzaktan görenler öldüğünü düşünebilirdi.

Çok çirkindi...

Hatta belki de gerçekten ölmüştü...

Dünya onun için çok büyüleyici bir yerdi. üzerine yattığı toprağa tapıyordu saatlerdir izlediği gökyüzüne saçlarını okşayıp kulağında uğuldayan rüzgara, evinin yakınlarında ki elma bahçelerine, seyahat ederken geminin altında sürüklenen okyanusa tapıyordu. çünkü onun düşüncesince insana benzemeyen her şey tanrı gibiydi insandan bir parça taşımayan insan gibi olmayan insan olmasa bile hep var olacak şeylere tapıyordu. Usulca doğruldu, paçalarında ki tozu silkeleyip nazikçe yerdeki ceketini aldı. uzun otlar arasında yürüdü, sanki saatlerdir uzanan bu beden değilmiş gibiydi. hiç yalpalamıyordu, eğilmiyordu bir çocuğun çelimsiz yamuk hareketlerine kıyasen sırtı uzun bir baston yutmuş gibi dimdikti, görünüşünde yetişkin bir adamın çevikliği vardı.  toprak yumuşadığı için geçtiği yollarda ayakkabıları çamura batıp kirlenmişti ama o hiç aldırmıyordu sadece yanından geçtiği bitkilere parmak uçlarıyla dokunarak hissetmenin zevkine kapılmıştı. öğle saatleriydi, güneş iyice tepeye yükselirken bu güzel havayı fırsat bilip çalılıkta piknik yapan ailesinin yanına yaklaşır yaklaşmaz ilk küçük kız kardeşinin neşe dolu çığlıklarını duydu. arkalarından yaklaştığı için henüz kimse fark etmemişti. Bir süre ayakta dikilerek uzakta ki babasını seyretti. Dedesinden kalma sadece avcılık için kullandığı tüfeği ile tavşan vurmaya çalışıyordu. 

Büyük kardeşleri bir kaç metre gerisinde oturmuş hizmetçinin onlar için getirdiği meyveli çayları içerken babalarını izleyip ara sıra yüksek sesle tezahürat yapıp babaları onlara sırtını döner dönmez kendi aralarında kıkırdayıp onu alaya alıyorlardı.

"Abi! bak ne buldum"

Küçük çocuk onları izlemeye öyle dalmıştı ki ona seslenildiğinde yerinde sıçramıştı. Kardeşi geldiğini görünce koşup avuçları içerisinde ki kurumuş salyangoz kabuklarını göstermeye çalıştı.

Küçük çocuk önce ona sonra ellerine baktı, iğrençti. sahte bir gülümseme takınıp kız kardeşinin saçlarına dokundu. "aferin sana" sadece bedenen değil ruhen de bir ceset gibiydi yine de kız kardeşi Miyeon'nun ona karşın inanılmaz bir tavizi vardı. abisine bayılıyordu, ona karşı çok masum bir sevgisi vardı elbette bu sessiz ifadesiz tavırlarını henüz 4 yaşında olduğu için anlamıyordu ve abisinin de onu sevdiğini düşünerek  her fırsatta dibinde bitip ilgisini istiyordu. 

Venom | 2minHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin