2. Bölüm: - nefes -

1K 178 164
                                    

 Bahçede dolaşırken kafamdaki düşüncelere takılıp düşmekten korkmaya başlamıştım. Ne yaptığımı kimselere göstermeden tutsak olduğum binadan adam akıllı uzaklaşmalıydım. Düşünce dolu gezintimi bahçenin en ucuna koşarak tamamlayacaktım. 50 dakika olduğunda koşmaya başladım. Varabildiğim en uzak noktaya geldiğimde, bedenim uyuşmuştu. Ayaklarım sanki yerlerini bir çift kanada bırakmıştı ve onları çırparak gelmiştim buraya. 59 dakika.

Korkuyla yutkunurken içimde yaşamak isteyen zerrelerin olduğunu fark ettim fakat artık çok geçti. 59 dakikada geldiğim bu yolu 1 dakikalık oksijenle dönemezdim. Gözümden kaçan yaşlar içimde ki yaşamak isteyen kısımdı ve şimdi beni tamamen terk etmişti. Kapsülümden bir ses yükseldi ve bu gülümsememe neden olmuştu. Görevliler kapsüllerimizi çıkarırken çıkan 'klik' sesiydi bu ve artık hayatımın sona erdiğinin işaretiydi. Havanın bittiğini temsil eden bu sese gülüyordum. Ölümüme gülüyordum çünkü artık tutsaklık bitecekti.

Boğulma hissi iliklerime sarılırken, ellerimde boğazıma sarılmıştı. Ciğerlerim nefes almak için çırpınırken, göğsüm cayır cayır yanıyordu ve gözlerim kararıyordu. Yavaş yavaş kayıyordum boşluğa, karanlık üzerimi örtüyordu.

Bedenim soğuktan titrerken neden hala hissettiğime şaşkındım. Dudaklarımı okşayan soğuk havaya eşlik eden mekanik kalp ritmi ölmediğimi bir şarkı gibi fısıldıyordu bana.

Göz kapaklarım aralanırken ilk önce odadaki ağır sisi gördüm. Bakışlarım netlik kazanırken bunun sis olmadığını sadece ağzımdaki maskeden taşan oksijenin soğuk buharı olduğunu anlamıştım. Etrafıma bakındığımda neler olduğunu kavramaya çalışıyordum. Neden buradasın? diye sordu kafamın içindeki ses bana. Cevap veremedim, bilmiyordum. Kafamı kaldırıp etrafa göz attım. Oda boştu. Olduğum yatakta doğrulup arkama yaslandım. Uyuduğumuz plaka yataklardan sonra bu kadar yumuşak bir alanda uzanmak yeniden doğmuşum gibi hissettirmişti. Demir plaka şeklindeki kapıdan duyduğum 'bip' sesi açılacağını işaret ediyordu ve açıldı da. İçeriye uzun boylu ve yapılı, kumral bir erkek girdi. Üzerinde, bileklerinde ve yakasında turuncu şeritler bulunan kahverengi bir forma vardı. Yanıma kadar yürürken eli belindeki silahın kabzasını tutuyordu.

Gözlerimi önce belindeki silaha sonrasında da yüzüne kaydırdım. Kaşlarımı kaldırıp onu seyretmeye devam ettim. Asker botları mermersi zeminde takırdıyordu ve ayak ucuma gelince durdu. Artık daha yakınımda olduğu için yakasının yanında, sol omzunun altında ki, armaları seçebiliyordum. 2 Arması vardı. Birisi Elinde kılıç tutan şövalye yani Koruyucu Arması, diğeri ise boynunda olan yılanı tuttan bağdaş kurmuş bir insan silüeti yani Şifacı Armasıydı. Bu iki armayı incelerken üzerilerinde bir arma daha olduğunu fark ettim. Bu arma omzunun bana bakan kısımında değil, tavana bakan üst kısmında kalıyordu. Burada olan görevliler genelde bir ya da iki armalı oluyordu. 3 armalı olan bir görevliyi ilk kez görüyordum. Üçüncü görevi neydi acaba?
Daha önce onu görmediğimi düşünürsek üçüncü arması üst seviye görevli armalarından biriydi. 

''341 sana diyorum!'' diye seslendi.

Onu gözden geçirirken ve üçüncü arması hakkında düşünürken söylediklerini duymamıştım.

Oksijenden kurumuş ağzımı aralayıp ''Pardon, tekrar eder misiniz?'' dedim.

Onu gözden geçirmeyi bırakıp bakışlarımı kucağımda duran ellerime odakladım.

''Kendini öldürmeyi, denemen mantıksız. Ölmenize izin verecek olsak burada hapsetmek yerine sizi Dünya'da idam ederdik. Burada mahkum olmanız ölümden daha ağır bir ceza, ve burada yaşamsal formları incelememiz sizin kefaretiniz, bundan kurtulmanız o kadar kolay değil. 1 Haftalık hücre cezası alacaksın. Eğer yeni bir intihar girişiminde bulunursan sonuçlarına katlanırsın. Zindana atılmaktan hatta sessizlik cezasından bahsediyorum.'' diye konuştu tok sesiyle. Gülümseyip konuştum.

"Belki bir insanı hapsetmek öldürmekten daha iyi bir cezadır. Fakat insanın kendisini öldürmesi daha zorlayıcı.''

Yatak ucumda duran dosyada gezinen gözlerini bana doğru kaldırdı.

''Kurtuluş olarak gördüğün intihar mı daha zor? kendini kandırmayı kes.'' dedi alaycı bir ses tonuyla.

Tekrar botlarını tıkırdatarak odadan dışarıya çıktı. Yanımda duran su bardağına uzanıp suyun tamamını kafama diktim. Daha önce hücreye girmemiştim fakat girenlerden berbat bir yer olduğunu duymuştum. Zaten berbat olan yemeklerin, bayatları getiriliyordu ve kısıtlı olan su miktarı bir kere daha kısıtlanıp 1 bardağa indiriliyordu. 

Bir kaç görevli gelip kollarımdan beni ayağa kaldırdı. Bu ikiliyi tanıyordum. Gardiyan Billie ve Emily. Billie, ortalama boyda, fit, çakma sarışın ve burada olmayı iki kat dayanılmaz hale getiren bir kadındı. Emily ise kısa boylu ve minyon tipliydi, beyaz yanaklarının üzerindeki pembelikler gardiyan olmasa onu tatlı kılabilirdi. Billie, yatakta kısıtlı hareket sağlayan kelepçeyi açtı ve omzumu hiçte kibar olmayan bir şekilde sıkarak beni ayağa kaldırdı.

Yataktan hızla ayağa dikildiğim için başım dönmüştü ve buna gözlerim kararak eşlik etmişti. Olduğum yerde dikilip toparlanmaya çalışırken arkamdan yediğim elektrikle, gözlerimin karartısı tamamen çekilmişti. Fakat sırtım acıyla yanıyor ve kaslarımın hepsi deli gibi seğiriyordu. Elimde olmadan feryadı koparmıştım.

''Bağırmayı kes ve yürü.'' dedi Billie.

Odaya uyandığımda gelen görevli girdi. Yine aynı tok ve duygusuz ses tonuyla konuştu.

''Ne oluyor?''

''Yürümemek konusunda sorun çıkardı efendim.'' dedi Billie.

Billie'nin tuttuğu kolumu çekiştirerek ''Hayır çıkarmadım.'' dedim.

''Birde böyle yalancılar.'' diye karşılık verdi Billie.

arkamdan çıkan cızırtı sesi şok tabancasının yeniden şarj olduğunu işaret ediyordu. Kendimi öne doğru atıp Billie'nin kolumu kavrayan pençelerinden kurtulmaya çabaladım. Ben çırpınmaya başladığımda Emily'de beni sıkıca tuttu.

''Tamam onunla ben ilgileneceğim.'' dedi az önceki Erkek görevli. Kolumdan tutup beni sürüklemeye başladı.

''Sürüklemeye de çok meraklısınız, yürüyebilirim.'' dedim sertçe.

''O hakkını kaybettin, kimse senin nazınla vakit kaybedemez.'' diye konuştu yürümeye devam ederek.

''Yemin ederim benim bir hatam yok. Çekerek kaldırınca başım döndü sadece. Sağlık görevlisi değil misin, olduğum durumu anlayamıyor musun?'' dedim sürüklemesine karşı koymaya çalışarak.

''Sende ne meraklı çıktın görevlilerle konuşmaya. yeter bu kadar.'' dedi ve durdu. Yine demir plakadan olan bir kapının önüne gelmiştik. Kapıyı açıp beni içeriye tıkıştırdı.

Sinirlenmiştim ve göz yaşlarıma hakim olamıyordum. En azından bir kere olsun haklı görülmeye ihtiyacım vardı. Duvarın dibine çöküp, kapı aralığından sızan cılız ışığa odaklanıp göz yaşlarımı durdurmaya çabaladım. Sakinleşene kadar gözlerim karanlığa alışmıştı. Soğuk, nemli ve girintili çıkıntılı zemine dayadığım avuç içlerim sızlamaya başlamıştı. Ayağa kalkıp yatabileceğim bir yer aradım. Arayışım kısa sürdü çünkü alan 4-5 adımda bitecek kadar küçüktü. Duvar ve zeminden oluşuyordu. Odadaki nem kokusu karanlığa karışıp midemi bulandırıyordu. Tiksinen vücudum kaşınmaya başlamıştı.

Hücreye gireli bir kaç saat olmamıştı ve şimdiden aklımı kaçıracak gibi hissediyordum. Daha önce burada bulunan insanlar, bazen bir saatin gün gibi geçtiğini söylerdi ve ben ise bu hissi ilk kez tadıyordum. Odada kısa voltalar atarken ayağıma bir şey çarptı. Elime aldım ve dokunarak ne olduğunu anlamaya çabaladım. Dokunarak algıladığım kadarıyla bir çerçeveye ve bu çerçevenin içerisinde kıvrımları olan bir parçaya sahipti. Nesneyi kapıdan gelen ışığa doğru tuttuğumda ne olduğunu anlamıştım. Bir kum saatiydi. Yere oturup kum saatini incelemeye koyuldum. Tırnağımla kumların içinde aşağı aktığı yüzeye tıklattım. Plastik gibiydi. Dışında kum saati haznesini tutan tahta bir çerçeve vardı. Alt haznesinde biriken kumun tekrar aktığını görmek için saati ters çevirdim. Sessiz olan odada kum tanelerinin akarken çıkardığı sesi duyabiliyordum. Zamanın aktığını avuçlarımda hissetmek iyi gelmişti. Kum saatine kulağımı yaklaştırıp kumların düşerken çıkardığı fısıltıyı dinledim. Kum saatini yeniden göz hizama indirdiğimde üzerindeki çerçeveye kazınmış harfleri fark ettim. 

Gezegene Tek YönHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin