Cennetin kapısındaymışçasına keskin beyaz ve kutsal hissettiren hastane koridorunun duvarına yaslanmış, içinde anlamsız bir boşluğa düşmekte olan Hyunjin gözleriyle doktorun muayene için örttüğü perdenin hareketlerini takip ediyordu. Bir an önce bitse iyi olacaktı. Annesi evde onu bekliyordu ve oğlunun bir çocuğa çarptığını duyan yaşlı kadın o gelmeden asla uyuyamazdı.
"Of, ne vardı da çıktım ben sokağa sanki." diye huysuzlandı. Beyaz ışık öyle yoğun ve sertti ki gözleri ağrıyordu. Beyninde şiddetli bir ağrının başlangıcını hissediyordu. O kendi haline düşmüş şakaklarını ovalarken perde aralandı. Hyunjin olduğu yerden kalkıp hızlı hızlı odaya girdi.
"Durumu nedir?" Gitmekte olan doktoru hızlıca yakaladı.
"Hafif bir beyin sarsıntısı geçirmiş. Birkaç gün hastanede misafir edip kontrol edeceğiz, endişelenecek bir durum gözleyemedim. Bir süre gelgitli hafıza ve konuşmada yavaşlık gözlenebilir ama bunlar en kötü ihtimaller."
Doktor hemşireye döndü, oğlanı odaya almaları hakkında bir şeyler söyledikten sonra başka bir hastasına bakmak için oradan uzaklaştı. Hastaneye yeni giren Chan ise koşarak acili turlamaya başladı. Kırmızı alana girdiğinde gözleri ilk Felix'i buldu. Kanı çekildi, çökmüş göz altlarını, solmuş tenini görünce bir de hastane yatağında yatarken... ben ne yaptım diye düşündü ilk. Onu nasıl arkasında bırakmayı göze almıştı? Yalnızlık Felix'in en korktuğu şeydi, bunu biliyordu. Onu yalnız bırakırken ölümünün altına imzasını atmıştı. Üstelik onu severken, üstelik ona onun kendisine olduğu kadar muhtaçken. Adımları yavaşladı ama yanına vardı. Gözleri iri iriydi, elleri hala titriyordu. Motoru nasıl sürdüğünü hatırlamıyordu bile, kesinlikle buraya sağlıklı gelmesi bir mucizeydi.
"Felix?" diye seslendi uyuduğunu sandığı çocuğa. Oysa Felix uyanmıştı. Uyanmamış olmayı dilerken gözlerini kapalı tutarsa sonsuza dek sürecek bir uykuya dalabileceğini sanıyordu. Chan'in sesini duymak ise beklediği bir şey değildi. Yumduğu gözlerini açtı, göğsündeki boşluk garip bir iç gıdıklayıcı hisle doldu.
Göz göze geldiler. Felix geçen gün onu iten, defalarca git diyen çocuğun gözlerinde endişeyi görünce deli gibi gülmek istedi. Ona git dediğinde artık onu umursamayı bırakmalıydı, öyle değil mi?
"Neden geldin?" dedi ses tonunda bariz bir soğuklukla. Chan daha da kötü oldu. İtmek istememişti, git demek istememişti. Sadece artık onu kaybetme korkusuyla yaşamak istemiyordu. Sadece elini tutup onun masum sevgisine ortak olmayacak birine kendini kullandırmak istemiyordu. Bir kere olsun kendini düşünmek istemişti ama sonunda mutsuz olan her ikisi de olmuştu.
"Onu bırak şimdi." Dolmak üzere olan gözlerini eğdi, beyaz çarşafın üzerinde cansızca duran ellerine baktı. Elleri dönüktü ama avuç içlerinin gözüktüğü yerlerde bariz çizikler, yaralar vardı. Başının bir kısmı da yere sürünmüş olmalıydı ki kızarmış ve yaralanmıştı. "İyi misin?"