1- Varoluş Sancısı

122 13 0
                                    


Konuşmayı yeni öğrenen bir bebek misali toydu. Ağzını araladı ve ağzından tek bir kelime dökülebilmişti: “Peder...”
“Ah çocuğum, ah evladım, günahlarının eseri seni bu elden ayaktan düşecek hâle getiren. Ama biliyorum, içinde kötülükten eser olmadığını düşünüyorsun, çocuğum, hepimiz günahkârız. Tanrı’ya ihanetimizin bedelini günahlarımızla ödüyoruz. İnsan denen mahluk, hüküm giymeyi beklerken geçirir hayatını. Birilerinin, bir yaratıcının kendisine ceza vermesini ister. Kendi kaderine Onun karar vermesini ister. Vicdanını yaratıcısıyla rahatlatır çünkü nasıl olsa cezasını vereceğini bilir. Yolunu kaybeden yargı arayışındadır ve bulana kadar varoluşunu boş amaçlarla geçirir, ama sen doğru olanı yaptın, bana geldin, bir cevap aradın, aferin sana Adam.”
“Ama peder, ben Tanrı’nın yolundan saptım, ben bir sapkınım, sefil hâldeyim, amaçsızlığım tüm hayatımı ele geçirdi. Ben toz ve külüm, bir hiçim ama seninle konuşma yürekliliğini gösterdim. Söyle bana peder, bana ne yapacağımı söyle. Neden Tanrı beni bu şekilde bıraktı ve çekip gitti? Neden yapayalnız kaldım? Sığınacak bir tek O kaldı ve O da beni dinlemiyor. Ben ne yapayım daha, söyle bana, ellerimi birleştirip dua etmekten başka ne yapabilirim?”
“Adam, evladım, şunu anlamalısın; sen kendini sensiz bıraktın, kendini terk ettin, yapayalnız olduğunu sandın. Aksine! İsa senin için canını verdi. Sen kendini yalnız hissetme diye. Sense O'nun fedakarlığını hiçe sayıp yalnızım diyorsun. Bu fedakârlığı senin için yaptı.  İşte, sen O'nun gözünden bu kadar değerlisin. Çünkü Tanrı dünyayı o kadar çok sevdi ki, biricik Oğlu'nu verdi. Öyle ki, O'na iman edenlerin hiçbiri mahvolmasın, hepsi sonsuz yaşama kavuşsun diye.”
Çocuğun gözlerinden yaşlar süzülmeye başlıyordu. Yutkunmaya çalışıyordu ama sanki Adem’in boğazında kalan elmayı Adem değil de kendisi yemiş gibiydi. Yere çöktü, başını ellerinin arasına aldı, yutkunabilmişti sonunda.
“Peder, varlığım bir hataydı, bunu biliyorum, kendimi Tanrı’ya affettirmem gerektiğini de biliyorum ama ben daha günahımın ne olduğunu bile bilmiyorken nasıl af dileyebilirim? Söyle bana peder, ben ne yaptım? Benim suçum neydi de böylesine bir kader beni karşıladı? Tanrı bizi sevmez mi, Tanrı bizi önemsemez mi? Peki niçin beni terk etti? Her hafta buraya gelip sizden bir medet umuyorum, bir yaşama amacı, bir mutluluk kaynağı... Sizse bana Tanrı’da ümit bitmez diyorsunuz. Peki ya bahsettiğiniz Tanrı bizi çoktan başıboş bırakmış olmasın? Hayır, Tanrı ölmedi! Tanrı kendini infaz etti! Yarattığı insanlıktan ve işlediği günahlarından iğrendi, sözünün dinlenmemesine katlanamadı, her geçen gün artan günahkar sayısını gördükçe gözyaşlarına boğuldu...Kendine bir emir verdi: o da yok olmak. Tanrı, bir zamanlar bize yatmadan önce masal okuyan babaydı, şimdiyse hayal kırıklığına uğramış yaşlı bir adam. Tanrı’yı biz öldürmedik, hayır! Tanrı bizzat kendisini öldürdü.”
Rahip şaşakalmıştı, bunca zamandır günah çıkarmaya gelen inançlı bildiği Adam kâfir düşüncelere sahipti. Çok geçmeden cevap verdi.
“Evladım, Tanrı’nın sana verdiği sınavı inkar edersen tabii ki isyana başlarsın. Hayatını şekillendirecek olan sensin, sensin hayatının değerini belirleyen. Tanrı sadece sana yol gösterecek olan yaratıcın. O sana ne yapman gerektiğini söyler sen de seve seve yaparsın. İnsan olarak bazı yükümlülüklerimiz var çünkü Tanrı bize korkaklık ruhu değil, güç, sevgi ve özdenetim ruhu vermiştir ve sen bu görevden uzaklaşmışsın, amacını yitirmişsin. Tanrı bizi çok seviyorken sen kendini sevilmez bilmişsin. İşte senin günahın budur. Senin için Tanrı, oğlunun bile canını almışken sen kendini bu değerde görmemişsin. Unutma, günahların kıpkırmızı kan lekesi olsa da, bir gün onlar da kar gibi bembeyaz olacaktır”
Adam ayağa kalktı, kabinden çıktı ve ayaklarını sürüyerek kiliseden dışarı çıktı. Bu, rahibe günah çıkarmaya geldiği son gündü. Üzerindeki kırmızı hırka onu kışın soğuğundan koruyordu ama onu asıl sıcak tutan içinde yanıp alevlenen Tanrı’ya olan öfkesiydi. Bir sigara yaktı, sigaranın parmaklarını yakmasından korktuğu için sigaranın sonunu getiremeden yarısında  söndürüyordu. Hiçbir şeyin sonunu getiremiyordu ki sigaranın getirsin? Kendi hayatına bile son verememişti.  Tanrı sanki inadına canını almıyordu.

Kime sığınacağını bilemese de nereye gideceğini biliyordu. Onu bekleyen bir bank vardı. O bank onun eviydi. Soğukta,  karda, kışta orada onun yalnızlığına ortak olurdu. Bir trene bindi ve kaderin onu nereye götüreceğini bilerek oturdu koltuğa. Kader denen şeyi biz yönlendiriyoruz sanırken aslında Tanrı’nın ellerinde miydi? “Her şeye gücü yeten” Yüce Yaratıcı buna da mı burnunu sokuyordu? Tanrı’daki kibir bu denli güçlü müydü? Yoksa insanlar sadece kaderin Tanrı’nın elinde olduğunu bilerek güvende mi hissediyorlardı?...

“Konuştuklarınızı duydum,” dedi, Rahibe İzabela “çocuk yolunu kaybetmiş bir kâfir, ne yapıp edip onu İsa’nın yoluna çekmelisiniz Rahip Mihai.”
Rahip Mihai derin bir nefes aldı, sanki Rahibe İzabela omuzlarına bir yük bindirmiş gibiydi, ama Rahip Mihai düşündüğünden daha vicdanlıydı ve Rahibe İzabela’ya dönüp:
“Biliyorum, kardeş İzabela, biz din adamları kâfirleri düzeltmenin bir yolunu hep buluruz hem siz demiyor muydunuz İsa’yı tanıyan dine ilk adımı atmıştır diye. Çocuğa İsa’yı tanıtacağım, onun merhametini göstereceğim, bu benim rahip olarak üstlendiğim bir görevdir ve seve seve yaparım merak etmeyin.”

Rahip Mihai, kiliseden çıktı ve Romanya’nın Bükreş şehrinde evine ulaşmak için yürümeye başladı. Gece saat dokuz civarıydı ve mevsim kış olduğu için hava çoktan kararmıştı. Etrafta ürkütücü bir hava seziliyordu ve kötü bir şeyin olacağı neredeyse kesindi. Arnavut kaldırımla kaplı sokaklarda yürüyordu. Binalar eski püsküydü. Zaten kilise, tarihi olan köklü bir mahallede bulunuyordu. Herkes birbirini tanırdı, severdi. Her pazar kilise dolup taşardı.
Rahip, kaldırımda yürürken birden ayağı takıldı ve yere düştü. Yoldan geçen bir kadın onu gördü kaldırdı. Bu kadın evlilik çağında olan genç bir kadındı. Rahip Mihai, kadının ismini yanlış hatırlamıyorsa Luminita'ydı
“Peder Bey, iyi misiniz, bir şeyiniz yok ya?”
Rahip, yere düştüğüne utanmıştı ama umursamadan kadına cevap verdi:
“Bir şeyim yok merak etmeyin, sadece takılıp düştüm, aklım bir karış havada herhalde. Sizi de meraklandırdım, kusuruma bakmayın. İyi akşamlar diliyorum size,  Luminita, kızım. ” dedi ve sahte bir gülümsemeyle kadına baktı. Herkese yardım etmeyi kendine görev bilen rahip birisi ona yardım etmeye kalkınca eli ayağı titriyordu. Herkesin hayatındaki koruyucu melek olmak istiyordu. “Herkesi kurtaran ve kimseye ihtiyacı olmayacak denli güçlü koruyucu bir melek” ve böyle olduğuna inanıyordu da. Mahalledeki herkes onu tanır ve saygı duyardı, bu saygının yanında sevgi de beslerlerdi çünkü Rahip çok vefalı bir adamdı. Kendisine yapılan bir iyiliği unutmaz, karşılığını misliyle öderdi.

İkisi de kendi yollarına devam ettiler. Rahip’in aklında çocuğun söyledikleri vardı ve çocuk adına üzülmüştü. Nasıl olur da Tanrı’nın bu sevgisine karşılık veremiyordu? Tanrı, ona her türlü yolu göstermeye çalışırken nasıl bu kadar kör olabiliyordu? Rahip aklına koymuştu: Çocuğu bulacak ve ona bir amaç verecekti. Ama kendisi de bu amacın ne olduğunu bilmiyordu. Hayatın amacı nedir ki? Çoğu kişi mutluluk diye düşünür ama bu yanlıştı; mutlu bir yaşama erişirsek hiçbir şey artık eskisi kadar zevk vermezdi çünkü acılarımızla, kederlerimizle varlığımızı korurduk. İnsanlar bir günahla doğmuştu ve bu günahı sırtlarında taşımaktan kambur olacak hâle gelmişlerdi ve bu kambur onların hayatında varlığını hissettiriyordu. İnsanlar sırtlarındaki yüke odaklanmaktan gidecekleri yolun neresi olduğunu fark etmiyorlardı. Çocuğun istediği amaç neydi? Rahip’in amacı: Tanrı’nın lütuflarını yerine getirmek ve olabildiğince kişiye yardım etmekti. Peki bu çocuğa nasıl yardım edecekti? Öncelikle, onu gerçeklerle yüzleştirmem lazım diye düşündü. Hayat acımasızdı, buna rağmen herkes amacını o ya da bu şekilde bulmuştu. Sırtlarındaki yüke alışmışlardı ve gittikleri yol, engebeli veya yokuş olsun fark etmez, ilerliyorlardı. Peki bu çocuğun istediği neydi? Herkesin kabullendiği bu hayata isyan etme sebebi neydi?  O da mı kaldırıma takılıp düşmüştü? Onu kaldıracak kimsesi yok muydu? Gittiği bu yolda yalpalaması ne kadar daha sürecekti?

Rahip düşünceler içinde kaybolmuştu ve birden kavga sesleri duydu. Bir grup genç adam yerdeki bir çocuğu tekmeliyordu. Rahip melek kişiliğini koruyarak hemen yardım etmek için koştu ve çocuğu bırakmaları için bağırmaya başladı. Gençlerin bir kısmı koşup kaçmıştı ama bir tanesi onlara yetişememişti. Rahip ona neden çocuğu dövdüklerini sordu, adam cevap vermedi. Sessiz kalmasının yanı sıra cebinden bir çakı çıkardı ve Rahip'e sallamaya başladı. Rahip ne olduğunu dahi anlamadan içinden gelen bir dürtüyle genci ittirmişti ve genç yere düşmüştü ve kaldırım taşına kafasını vurmuştu. Dövülen çocuk korkup kaçmıştı. Sokakta sadece Rahip ve yerde yatan cansız beden vardı. Rahip ne yaptığını düşündü,  düşündü ve düşündü.  Bu kadar kolay mıydı? Tanrı’nın can alması birkaç dakika mı sürüyordu? Ama Rahip o canı alanın Tanrı olmadığını biliyordu. O'ydu! Ta kendisi! Bileklerinden parmak uçlarına doğru süzülen bir güç hissetti. Birini dövülmekten kurtarmıştı.  İşte o anda tam anlamıyla bir koruyucu melek olmuştu. Ama ne uğruna? Tanrı’nın bir kulu can vermişti,  hem de Rahip yüzünden! İnanılır şey değildi bu! Rahip, yerdeki gence yaklaştı,  ona doğru eğildi,  diz çöktü yanı başında.  Onu kutsadı, onun için Tanrı’ya yalvardı: “ Sevgili Tanrı'm, ne olur bu kulunu affeyle. O daha gencecik bir çocuk.  Onu yanına al. Onun günahı çıkmış durumda artık. Yeni vaftiz edilmiş bir bebek kadar temiz artık kalbi. Ne olur onu cennetine al. Onun günahını ben üstlendim, cinayeti bizzat ben işledim.” Ağlamaya başlamıştı birden. Ağlayarak,  hıçkırarak,  sümüğünü sümkürerek çocuğu kutsadı.  Kar yağmaya başlamıştı.  Kapkaranlık gökyüzü aniden güneş gibi kızarmıştı.  Rahip avcunu açtı ve ellerini yan yana getirdi. Ellerine düşen kar tanelerini önce kendi yüzüne  sonra çocuğun yüzüne sürdü. 

Rahip olayın şokunu atlatıp polisi aradı ve gelenlere ne olduğunu açıkladı. Polisler Rahip'i ifade vermesi için karakola götürmek üzere arabaya bindirdi. Etraf soğuk ve karanlıktı ama kavga sırasında esen rüzgarlar dinmişti, keskin hava yerini yağan karla birlikte kırılan soğuğa bıraktı. Ama Rahip hâlâ  tir tir titriyordu, olanları düşünüyordu:
“Bugün birini öldürdüm. Bugün birinin canını aldım. Tanrı’ya özgü olan hüküm hakkını ben kullandım. Bugün birine ceza verdim ve onu öldürdüm.”
Bilerek ya da bilmeyerek bugün birisi öldü, öldüren de yardımsever, merhametli, Tanrı’nın yolundan şaşmayan Rahip Mihai. Rahip, hissettiklerinden korkuyordu çünkü içinde susturamadığı bir sevinç çığlığı vardı. Titremesi geçti çünkü içinde alevlenen bir tutku canlanmıştı. Tanrı’yla olan anlaşmasını hiçe saydı ve kahkahaya boğuldu.
“Bugün birini öldürdüm! Tanrı’m beni affet!” (hâlâ gülüyordu)
Arabadaki polisler ne olduğunu dahi anlayamamıştı. Rahip'in kafayı sıyırdığını düşündüler. Rahip’e iyi olup olmadığını sordular, Rahip ise durmadan Tanrı'dan af diliyordu.

Yarım saat süren bu garip ve kahkaha dolu yolculuktan sonra karakola getirildi ve sorgu odasına girdi. Orada Komiser Ceasar’la tanıştı. Yuvarlak yüzü, arkası hafif kelleşmiş saçları vardı. Yorgunluktan gözleri çökmüştü. Ruhsuz bir havası vardı. İşini sevdiği söylenemezdi.  Tek istediği evinde bekleyen ve şu an muhtemelen üçüncü rüyasını gören küçük kızını ve her gece komiser Ceasar'ın gelmesini bekleyen, onsuz yatağa girmeyen karısını görmekti.  Her güne onları yeniden görmek için katlanıyordu. Tüm bu karmaşa,  cinayetler, ölü bedenlerin keskin kokusu, suçluların pişmanlık duyan sözleri...hepsi ailesi içindi.
“Ee, anlat bakalım neler oldu sokakta, Rahip Bey? Dökül bakalım.”
Rahip olanları anlatmaya başladı. Masum ve iyilik meleği suratını takındı, hâlâ içindeki sevinç devam ediyordu ama komisere çaktırmamak için elinden geleni yaptı ve bunu başardı da. Komiser, Rahip’in içindeki iyi niyeti anladı, anlattıklarını dinledikten sonra  Rahip’i serbest bırakma kararı aldı. Nefsi müdafaa olduğuna karar verildi, dosya da bu şekilde kapandı. Ne de olsa Rahip bir sineği bile incitmezdi, incitse bile bu, kazayla olmuş olurdu.

Saat çoktan sabahın ikisini geçmişti. Rahip evine geldi ve ışığı yakmadan odasına geçti, üstünü çıkardı ve yatağına uzandı. Aklına koymuştu, birini daha öldürecekti. Hem de bu sefer bilerek ve isteyerek. Tanrı’nın yanında olup onun kararını desteklediğini düşünüyordu. Kendisi Tanrı’nın aracısıydı ve insanları varoluştan arındıracaktı. Hüküm hakkını kendinde bulmuştu ve hak edenlerin günahlarını çıkaracaktı. Rahip, Tanrı’nın uşağıydı. Tanrı neyi emrediyorsa onu yapardı ve emirleri günahkârların azap içinde yanıp küle dönüşmesiydi. Bunu ha Tanrı yapmış, ha Tanrı’nın uşağı Rahip Mihai yapmış. Ne fark ederdi?

O gün hiç olmadığı kadar huzurlu uyudu Rahip Mihai. Çünkü asıl amacı olan insanlara yardım etmenin bir yolunu bulmuştu, o da yaşamlarına son vermekti. Varoluş sancısından onları kurtaracaktı, daha fazla günah işleme korkusundan arındıracaktı. Nasıl ki Yüce İsa insanlığın günahını üstlenip çarmıha gerilmişti, Rahip Mihai de insanların yerine en büyük günah olan cinayeti işleyip onları kurtaracaktı.

Yaratılış Sancısı Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin