3 - Hayatın Tutsağı

44 6 0
                                    

“Antonio’m, güzel çocuğum, minik bebeğim. O her zaman serseri bir çocuk olmuştu. Kimseyi dinlemez, kendisine söz geçirilemezdi. Ama o benim miniğimdi. Böyle bir sonu olacağını tahmin ederdim her zaman. Tanrı onun kaderini böyle yazmışsa ben ne yapabilirim ki? Onun annesi olmak beni hep zorlamıştı ama başarılı bir çocuk olduğu için yaptıklarını göz ardı edebiliyorduk. Okulundaki spor turnuvasında her zaman birinci gelmişti. Gurur duyulan özellikleri az olsa da ben bir anne olarak onunla hep gurur duydum. Yeri gelir bana bile sesini yükseltirdi ama her zaman ana kuzusu bir çocuktu. Diğer çocuklarla anlaşamazdı hep bana şikayet ederdi. Gök gürültüsünden eteklerime kaçışırdı. Ah güzel çocuğum ne olurdu bir kerecik de olsa Tanrı’yla aranı iyi tutsaydın? Ağlıyorum, çocuğum, sana ağlıyorum. Senin gideceğin yer neresi biliyorum. Seni bir daha öbür dünyada bile göremeyeceğimi biliyorum.  Sensiz oralarda ben neyleyim? Tanrı’yla olan yüzleşmenin nasıl olacağını hayal edebiliyorum. Minik bebeğim, huzurlu uyu diye her gece sana dua edeceğim. ”
Kadın ağlamaktan konuşamıyordu neredeyse, bir yandan burnunu siliyor diğer yandan oğlunun tabutunu okşuyordu. Cenazede herkes birkaç dakikalık konuşmasını yaptı ve Rahip Mihai cenazede gerekli duaları okudu. Ölen çocuk kafasını kaldırıma çarparak ölmüştü. Rahip Mihai, çocuğun ailesinin çocuğu öldürenin o olduğunu bilmesini istemiyordu. Kim isterdi ki katilinin cenazende dualar okumasını? Rahip Mihai, çocuğun annesinin söylediklerinden etkilenmişti. Bu çocuğun da sevenleri vardı, gözü yaşlı bir annesi vardı. Çocuğa değil, ailesine acımıştı. Böyle bir çocuk yetiştireceklerini nereden bilebilirlerdi ki? Onu Rahip Mihai öldürmeseydi başka biri öldürecekti. Onun kaderi buydu. Belaya bulaşanın peşini bela bırakmazdı. Tanrı, Rahip Mihai’yi göndererek çocuğu cezalandırmıştı aslında. En azından Rahip böyle düşünüyordu. Her gün binlerce  katil binlerce insanı öldürüyordu ama Rahip Mihai o katillerden değildi. Onun bir amacı vardı. Onun amacı iyi niyetlerle yıkanmıştı. Pis katillerin leş kokusuna benzemezdi.

Herkes dağıldıktan sonra Rahip Mihai’nin gözüne mezar başında ağlayan bir çocuk takıldı. Bu Adam’dı. Rahip Mihai onun yanına geldi ve yere çömeldi.
“Evladım, Adam, neden günah çıkarmaya gelmedin? Kimdir bu başında ağladığın Tanrı’nın kulu?”
Adam önce rahibi görmezden gelmek istedi sonraysa konuşacak birine ihtiyaç duyduğu için cevap verdi.
“Annem, rahip bey. Geçen yaz bir trafik kazasında yaşamını yitirdi. Onsuz kim olduğumu bile bilmiyorum. Kendimi rehberini kaybetmiş küçük bir çocuk gibi hissediyorum. Annem her zaman bana bir çare verirdi, yol gösterirdi, her şeye bir çözüm bulurdu. Şimdiyse kimsesizim. Alkolden tuvalete gitmeyi bile unutan bir babam var sadece, hepsi bu. Ben buyum, kimsesiz bir çocuk. Kestiğim bileklerimi saklayacak bir sargı bezi verenim dahi yok. Yaralarımı gören benden utanıyor. Oysa annem her zaman yaralarımı saran kişi olmuştu. Benden hiç utanmazdı, beni anlamaya çalışırdı. Benden olmadığım biri gibi olmamı beklemezdi. Çünkü ben buyum, bir bataklık. Bataklıktan çiçek açmasını beklemezsin, o kendini değiştiremez ki, bilemez ki ne olması gerektiğini ya da etrafındakilerin ondan olmasını istediğini. O bataklıktır, yaklaşanları da dibe çeken, o bataklıktır, yalnızlığıyla kendini yiyip bitiren, o bataklıktır, bilinmezin ötesine geçen. O bataklık benim, gittikçe dibimi görüyorum. Hislerim de bataklığım kadar derin, dipsiz, kimsesiz. Hislerimi saklamaya çalıştıkça bataklığımın balçıkları yapışkanlaşıyor, iğrenç bir hale geliyor, beni daha da dibe çekiyor. Annem bataklığımı kabullenmişti, zayıf vücudumun çamurlarını kendisi özenle temizlerdi. Şimdiyse kirden başka bir şey değilim. Tanrı böylesine kirli bir bedeni bana verdi sonra da benden iğrendi. Bedenimin her bir santiminden kir damlıyor, temizleyecek kimsem yok. Ben kimim ki suyu açıp kendimi yıkayayım, benim öyle bir gücüm yok. Bedenim sefil halde, bozulmuş, çürümüş bir meyveyim ben. Tanrı önce beni ağacımdan ayırdı sonra da küflenmeye bıraktı. Annemse ağacımdaki en görkemli daldı, kırılmazdı. Etrafında arılar kovan yapmıştı. Yaşam saçıyordu adeta evrene. Şimdiyse gördüğüm herkes, her şey, ölü bir cesetten ibaret. Anlıyorsunuz, değil mi rahip bey?”
Rahip, Adam’ın içindeki nefretin nedenini anlamaya çalışıyordu. Önce içindeki yaşamı yitirmişti sonra da annesini. Peki içindeki yaşamın yitirilmesinin sebebi neydi de bu hâle geldi? Her çocuk doğduğunda çimenlerle çevrili bir bayırken, Adam nasıl bir bataklığa dönüşmüştü?
“Evladım, anlıyorum seni. Sen insanlara ihtiyacı olan aciz bir çocuksun. Hepimiz aciz değil miyiz ki sen başka türlü olasın? Kurtarılmayı bekleyen bir enkaz gibisin. Annen senin için bir kahramandı, can veren bir tabiattı. Tanrı onu senin elinden aldı. Anlıyorum, Adam, anlıyorum. Tanrı’ya olan sinirin ve terk edilmişliğin annenin ölmesiyle başlamadı, biliyorum. Ötekilerin kabullendiğine başkaldırma sebebini bana anlatmanı istiyorum. Neden Tanrı’ya sığınmak varken isyan ediyorsun çocuğum?”
Adam konuşmayı arzuluyordu ama kokuşmuş düşüncelerini susturamıyordu. Mezarın başında büzülmüştü. Tıpkı yerde ezilen bir böcek gibiydi. Kafka, böceğe bir günde dönüşmemişti. Adam da böcekliğinin nedenini bilmiyordu. İnsanların doğuştan bir böcek olduğunu düşünüyordu. Tabiatını, doğasını unutan bir böcek. İnsanların özüne dönmesi için bir şeyler yaşaması gerekiyordu ki benliğini hatırlayabilesin. Adam ise özünü kaybetmişti. Kendisini tanıyamıyordu. O kimdi? Neyi severdi, neyi sevmezdi? Annesi onun her şeyini biliyordu şimdiyse onu tanıyan kimse yok. Kişi, onu tanıyan biri bile olmazsa varlığını koruyabilir miydi? Adam, yaşamda silindiğini hissediyordu. Bu dünyada kimliği belirsiz bir mülteci gibiydi. Ne birileri onu tanıyor ne kendisi kendini tanıyordu. Rahibin istediği bilgiyi bilmiyordu. Neden herkesten farklıydı? Neden herkesin kabullendiği bu hayata başkaldırıyordu?
“Rahip bey, inanın bilmiyorum. Ben daha kendimi bile tanıyamıyorken nasıl olur da Tanrı’yı tanıyabilirim. Tanrı bana cezaların en büyüğünü vermiş; beni bilinçli bir canlı olarak yaratmış. Bir süs balığını fanusa tıksanız da hayatından memnun olur, çünkü onun sorgulayacak bir bilinci yoktur. Benimse, insanoğlununsa, dünyaya tıkılmasını sorgulayabilen bir bilinci var. Çok düşünen bir bilinç, tutsak olduğunun farkındadır. Hayatın şaşmaz döngüsüne tutsaktır. Rahip bey, ben bir tutsağım. Kendi bilincimin tutsağıyım. Ya Tanrı beni özgür bırakacak ya da pes ediyorum.”

Rahip Mihai o an anlamıştı. Adam, çıkmaz bir yoldu, ucu bucağı olmayan bir çöldü, karlarla kaplı soğuk bir buzuldu. Ne Rahip onu düzeltebilirdi ne de Tanrı. Adam’a vereceği amaç ne olursa olsun Adam kabullenmeyecekti. Çünkü o “Raison D’être”sini yitirmişti. Rahip, onu kurtarmak istiyordu, ona yardım etmek istiyordu. Ve onu kurtarmanın tek yolu bilincini yok etmekti. Rahip Mihai o an Adam’ı öldürmeye karar verdi. Ama bunu nasıl yapacağını bilmiyordu. Hiç planlayarak birini öldürmemişti ki. Adam’ı varoluş sancısından kurtaracaktı ve onu ayağındaki bu prangalardan özgür bırakacaktı.

Yaratılış Sancısı Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin