Luminita, Adam'ın söylediği şey hoşuna gidermişcesine gülümsedi ama verecek bir cevabı yoktu. Hangimiz insanların karanlığını aydınlatacak ışığa sahibiz ki? Luminita da böyle bir gücü olduğunu düşünmüyordu.
"Işığınızı ararken karanlıkta geçirdiğiniz vakti de unutmayın, Adam bey. Bize en büyük katkıyı sağlayan karanlıkta geçirdiğimiz vakitlerdir. Bizi aydınlığa ulaştıracak olan da karanlıktan daha güçlü olabilme potansiyelimizdir. Onu bunu bırakın da size bir teklif sunacağım. Çalıştığım pastanede sizi misafir etsem hoşunuza gider miydi?"
Adam, ilk kez güzel bir kızın ilgisini çekmişti ve bu teklife hayır dese aptallık olurdu. Kabul etti ve yürümeye başladılar.
Kış sona ermek üzereydi. Soğuklar, yerini ılık havaya bırakıyordu. Ağaçlardaki yapraklar olgunlaşıyor ve sonbaharda dökülmeye hazırlanıyorlardı. Döküleceklerdi, her ölüm bir son değildi. İlkbahar gelecekti, yeniden doğacaklardı. Ama doğmaları için önce ölmeleri, küllerini doğaya serpiştirmeleri lazımdı. Kahverengiyle karışık turuncumsu rengi veren, yaprakların içindeki ölü kırıntılardı. Yeşerdiği zamanlarsa yapraklar baharın gelişiyle umutla dolup taşıyorlardı, yaşam onlar için yenidem başlıyordu adeta.
Luminita, Adam için baharın gelişi gibiydi. Sert ve soğuk kışı unutturacak olan bu bahardı.Bir dükkana yakınlaşmışlardı, Adam buranın pastane olduğunu tahmin edecekken tabeladaki "pastane" yazısını okumuştu. İçeri girer girmez kırklı yaşlarındaki bir kadın Luminita'yı karşıladı.
"İzin gününde bile buraya mı geliyorsun? Çalışmak için değil diye tahmin ediyorum, size nasıl yardımcı olabilirim."
Luminita mekanı tanıdığı için ortamdaki en güzel masayı seçti ve Adam'ın elinden tutarak masaya yöneltti.
"Bize iki ekspresso ve hani şu geçen yaptığın küçük keklerden var ya, iki de ondan olsun rica ediyorum."
İsmini bilmedigimiz şahıs içeri gitti ve Luminita'yla Adam'ı baş başa bıraktı. Hafta sonu olmasına rağmen pastane kalabalık değildi ve sessizdi. Adam bu sessizliği bozmak istiyordu, Luminita'ya bir şeyler demek, ilgisini çekmek istiyordu. Ama ne diyebilirdi ki? Anlatacak ilginç bir hikâyesi yoktu. Günlerini banklarda geçiren ve hayatını ziyan eden basit bir adamdı. Ne anlatacaktı ona? Hayatını aydınlatacak olan ışığı bulmuşken kaybetmek istemiyordu. Luminita'yı nasıl etkilemeyi düşünüyordu? Her şeyden önce, o kimdi ki? Kendine ve çevresine hiçbir şey katamamış olan, çöpe atılmayı bekleyen boş bir tenekeydi. Gittikçe durduğu yerde paslanıyordu. Birinin onun değerini bilmesini bekliyordu. Bu kişi Luminita olabilir miydi?
En sonunda kendini toparladı ve bir şeyler demeye çalıştı:
"Şey, peki sen? Sen nasılsın? Yani hayatın nasıl demek istiyorum, mutlu musun, ailen var mı, nerdeler? Sizi tanımak istiyorum, Luminita Hanım."
Gelen kahve ve keklere gözü takılmıştı. Garsona selam verircesine başını salladı ve Adam'a döndü:
"Hani şu bizi karşılayan kişi var ya, o buranın aşçısıdır, adı Sofia ve benim de akıl hocamdır. Buraya yeni taşınmama rağmen bana yabancıymışım gibi davranmadı, ben de yabancı gibi hissetmedim. Sanki hep burada, bu pastanede çalışıyormuşum gibi hissettim. Bana işimi ve boş zamanlarında da tatlı yapmayı öğretir, bazen bana annemmiş gibi şefkat besler ve beni patrona karşı korur. Her neyse, ne diyorduk? Hayatım nasıl? Hmm bu ucu açık bir soru sanırım. Hayatım şu anda monoton ilerliyor. Sabah kalkıyorum, babama ve kendime kahvaltı hazırlıyorum sonra hazırlanıp buraya geliyorum ve akşama kadar çalışıp tekrar eve dönüyorum. Dönünce de kitap okuyorum ya da bir şeyler çiziyorum, her şeyden ilham almaya çalışıyorum, etrafa insanların göremediği bir bakış açısından bakmaya çalışıyorum, böylelikle sanatım da sıradışı oluyor. Aslında resimlerimi satmayı düşünüyordum bu pastanede çalışmaya başlamadan önce ama sanatın kazanç malzemesi olması beni rahatsız ediyor. Sanatıma bir değer biçilmesi beni aşağılık hissettiriyor. Ben bu resimlere hislerimi katıyorum, duygularımı yansıtıyorum ve sen gelip bunu belli bir miktar ödeyip benden çalıyor musun? Sanatın değerinin parayla ölçülebileceğini düşünmüyorum. Sanat, bizim içimizi yansıttığımız bir araçtır ve birisi bizi anlamak istiyorsa yaptığımız sanata bakmalıdır, onu satın alıp gösteriş malzemesi olarak kullanmamalıdır."Adam, uzun zamandır içmediği için kahvenin kokusunu bile unutmuştu. Burnundan soluyunca anladı ne kadar özlediğini. Hayatın keyfini çıkarmayı beceremiyordu. Yalnızken neyin keyfini çıkarabilirdi ki insan? Yediği, içtiği şeyler boğazından geçmiyordu. Ama şu an karşısında Luminita vardı ve rahatlıkla kahvesini yudumlayabilirdi. Önce kahveye baktı sonra burnuna götürdü ve kokladı, ardından bir yudum aldı, dili yandı, kahveyi üflemeye başladı, bir yudum daha aldı, bu seferki rahat ve ılık bir yudumdu. Başını kahveden kaldırıp gözlerini Luminita'nın mavi gözleriyle buluşturdu, utanmıştı, zaten kimsenin gözlerinin içine rahatlıkla bakamazdı. Ama o an Luminita'ya uzun uzun bakmak istemişti, sanki yüzünün her bir parçasını ezberlermişçesine bakmak istemişti. Olur da onu etkileyemez ve bir daha görüşemezler diye hafızasına kazımak istedi, yapamadı. Cesareti yoktu ki yapsın.
"Sanatçılar, toplumun değerli parçalarıdır. Hayatı anlamlandırmamızı sağlarlar. Peki tablolarını satamazlarsa nasıl geçimlerini sağlayacaklar? Hatta çoğu ressam resimlerini satsa bile geçinemez, değeri öldükten sonra bilinir ve tabloları sergilerde baş köşede durur. Bizler bu ressamlara hakkını vermezsek nasıl motivasyonlarını koruyup çizmeye devam edecekler?
"Çok basit: ressamlık esnaflıktan çıkacak ve düzenli maaş alan bir mesleğe dönüşecek. Böylelikle, tablolara değer biçilmiş olmayacak, yapılan emeğe değer biçilmiş olacak. Tabloların ayrı değeri olursa biri diğerinden daha değerli veya değersiz olur ama ortak bir maaş alınırsa her tablo eşit değerde olur. Hem maaşlı olacakları için ressamlar aç kalmaz hem de bu tablolar gerekli sergilere bağışlanır."
"Anlıyorum, Luminita Hanım, belki de haklısınızdır. Peki sanatların en güzeli olan aşk hakkında ne düşünüyorsunuz?"
Aşk. Birbirinin zıddı insanların bile birbirini sevebilmesi. Ortak alanlar bulup sevmek için küçük detaylar bulmanın bir yolu. İki dudağın birleşimi. Alevlenen bedenlerin şehvet içinde kavrulması. Aşk, bu hislerin hepsi. Aşk, tüm hislerin temeli. Aşkla bakan güzelliği görür, öfkeyle bakan nefretle karşılaşır. Luminita her zaman aşkın tarafındaydı, Adam ise dünyaya ve Tanrı'ya olan öfkesini bastıramıyordu. Her şeyden nefret ediyordu; güne açan çiçeklerden, sabahın köründe öten kuşların ciyaklamalarından, kaldırımda dilenen çocukların acizliğinden, soğuğun çarpıntısından ve sıcağın bunaltısından. Hepsinden nefret ediyordu. Ama bu nefretlerin kaynağı, kendisine olan nefretiydi. En çok kendisinden nefret ediyordu. Bu dünyayı algılayış şeklinden, insanların ona davranışından, yarım kalmışlığından ve belki de babası annesini tam dölleyememişti. Bundan bu kadar yarımdı, eksikti, bedeni yara ve berelerle doluydu, ruhu kaskatı kesiliyordu.
"Ah aşk. Ne kadar isterim aşkla tanışmak, ateşinde kavrulmak, acısı içinde kıvranmak, hisleri en doruğunda yaşamak. Yıllardır aşkı bekliyorum, gelmiyor. Bazen bende mi sorun var diyorum, anlamıyorum. Etrafa sevgi saçarken nasıl olur da hiç sevgiyle karşılanmıyorum? Belki de ben çok seçiçiyimdir, kim bilir. Ama bildiğim bir şey var: aşk ihtiyaç değil istektir. Bir kişiye muhtaç olmak ona aşık olmak demek değildir. Bizler annemize babamıza muhtacız, onlarsız belli bir yaşa kadar yaşayamayız ama aşk, aşksız yaşayabiliriz ama aşkı arzulamalıyız. Aşktır bizlere en zevkli deneyimleri yaşatan, bizi olgunlaştıran, gerek üzen gerek ağlatan gerekse sevinçlere boğan. Ben tüm bu hisleri yaşamak istiyorum, dibine kadar. Sabaha kadar ağlamak istiyorum, soluksuz kalana kadar sevişmek istiyorum, nefesim bitene kadar öpüşmek istiyorum. Ben aşkı yaşamak, hissetmek istiyorum. Sizin de böyle arzularınız var mıdır?"
Adam hiçbir zaman aşk hakkında oturup düşünmemişti, Luminita'yla tanışana kadar. O gün Luminita gibi aşkı doruklarına kadar hissetme arzusuyla dolup taşmıştı.
"Ben annem dışında kimseyi sevmedim bu hayatta ve nasıl sevilir bilmiyorum. Ne kendimi sevebildim ne de bu hayatı. Hep şikayet ettim hep daha fazlasını istedim hep Tanrı'ya yalvardım ama sonuç alamadım en sonunda da yalvaracak başka putlar yarattım kendime. Ama aşk asla taptığım bir şey olmadı benim için. Yalvardığım şey asla sevgi görmek değildi, çünkü biliyordum; sevgiye karşılık verecek hiçbir şeyim yoktu. Ne sevilmeyi hak ediyordum ne de sevmeyi biliyordum. İçimdeki nefret gitgide daha da büyümeye başlıyordu, öfkem dizginlenmeyecek boyuta varıyordu. Kendime zarar veriyordum ve bundan acı duymuyordum, keşke duysam! Duysam da hak ettiğimi bulsam! Ama olmuyor, içimde zerre vicdan ve acıma duygusu yok. Kendime acımıyorum ki ilk başta, en büyük kötülükleri kendime yapıyorum. Ama belki de beni kurtaracak olan aşktır."
Adam, eskiden kurtulmak istemiyordu ama Luminita ve onun düşünceleri onu degiştirmişti. Daha tanışalı bir gün olmasına rağmen onun eteklerine yapışıp "beni bırakma!" diye yalvarmak istiyordu. Yalvaracak bir put bulmuştu, bir Tanrı. Onu bırakmayacak ve iyi bir kul olmak için ibadetlerini yerine getirecekti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Yaratılış Sancısı
General FictionVaroluşumuzun bir işkence olduğu apaçık ortadadır, peki Tanrı'nın isteği acı çekmemizse? Rahip Mihai, hayatını insanlara adamıştır ve başına gelen bir olay sebebiyle insanlara yardım etmenin onları öldürmek olduğu kanısına varmıştır. Kendi zevkleri...