“Ben artık yoruldum, rahip. Çok yoruldum. Hayattaki çıkmazların üzerinden atlamaya çalışmaktan, dibi olmayan okyanuslara dalmaktan, susuzluğumu alkolle gidermeye çalışmaktan, çok yoruldum. Tanrı beni kucaklasın diye bekliyorum, beni yanına alsın. Belki bir nefes alabilirim oralarda. “Oralar” dediğim yer de neresi peki? Cennet mi cehennem mi? Seksen yıllık -ki umarım benimki bu kadar uzun sürmez – hayatımızın cezasını da ödülünü de sonsuzluk karşılıyor. Peki nedir bu “sonsuzluk.” İnsan sonsuzluk kavramını anlayabilir mi? Önemsiz günahlarımızın cezasını sonsuzlukla mı ödeyeceğiz. Bilincimizin bir sonu yok mu, rahip bey. Ben artık var olmaktan yoruldum, derin düşüncelere dalmaktan bunaldım. Nereye gidersem gideyim ait olmayacağım. Ne cennet beni yeteri kadar ödüllendirebilir ne cehennem beni cezalandırabilir. Ben fazlasını istemekten yoruldum, sanırım artık tükendim. Arzularımı karşılayan hiçbir kadın olmayacak çünkü her zaman daha fazlasını isteyeceğim. Ne kadar para kazansam da bu beni doyurmayacak açgözlülüğümü koruyacağım. Benim gitmek istediğim bir yer var ama bilmiyorum neresi. Çok uzaklarda, ufukların ötesinde, göklerin üzerinde, belki de cehennemin dibinde. Nereye aitim ben? Benim hayattaki yerim neresi? Bir yer bilsem de pılımı pırtımı toplayıp gitsem ama neyim var ki şu hayatta sahip olduğum? “Sahip olmak” da ne demek rahip bey? Hükmün altında bulundurduğun maddeler mi? Yoksa köle gibi çalıştırdığın işciler mi? Birileri bana sahip, kimdir, nedir, ne ister benden, bilemiyorum. Ama bildiğim bir şey varsa; ben kendime ait değilim. Birine ait olma fikri kişiyi güvende hissettirir. Tanrı’ya aitizdir, onun balçığından yaratılmış, içimize bir ruh üflenmiş, ve dünyaya kalbimizden başka bir şeye sahip olmadan fırlatılmışızdır. Peki benim Tanrı’m nerede şimdi? Beni izliyor mu, neler çektiğini görüyor mu, kendi kendimi yiyip bitirdiğimi anlayamıyor mu? Neden bana yardım etmiyor, neden üflediği ruhumu huzura kavuşturmuyor? Ben istemiyorum artık. Fazlasını istedim bu hayattan, verilmedi. Hiçbir şey isteme hakkım da yok zaten. Kimim ki Tanrı’ya dua edip en derin arzularımı sözlere dökeyim? En derinimdeki arzu nedir bilmem ki ben. Ne beni huzura kavuşturur, ne benim susuzluğumu giderir. Tanrı bana bir bardak su uzatmaktan acizken nasıl olur da ona tapınırım?”
Rahip, Adam’ı rahatlatmak istiyordu. Ne dese boş gibi geliyordu. Adam, Tanrı’nın sevgisini reddetmişti ya da artık onu istemiyordu. İhtiyacı olan neydi bilmiyordu, rahip de bilmiyordu.
“Adam, herkesin kendi içinde sıkıntıları var. Çabalayacak olan sensin yalnızca. Oturup da Tanrı’nın sana her daim emirler sunmasını bekleyemezsin. Tanrı sana bir akıl verdi, bir kalp verdi. Düşün diye, hisset diye. Sen ise bu aklı ve kalbi hissetmekten ve düşünmekten fazlası için kullanıyorsun. Bilinçli olmanın azabını hepimiz biliyoruz ama sen daha bir farkındasın her şeyin. Tanrı’ya duanı et ama asla çabalamaktan da vazgeçme. O sana bir irade verdi, biliyorsun, iradeni doğru amaçlarda kullan. Sana verilen bedeni ve zihni yok etme, yaşat.”
Adam, rahibin onu anlamadığını hissediyordu, doğruydu da. Onu kim anlayabilirdi ki? Dünya üzerinde onun gibi hisseden kaç yüz, belki bin kişi vardı? Hepsi bir araya gelse yine iletişimleri kopuk olurdu. Çünkü kimse onları anlamamıştı ki, kimse onların dertlerine ortak olmamıştı ki, kimse onlar kadar duvara uzun bakmamıştı ki. Adam, her gece duvara bakıyordu. Herkesin kendine özel bir duvarı vardı, kendi anlamını kendileri verdiği. Adam, duvarında tüm hayatını görüyordu. Kimileri geleceğini, kimileri geçmişi, kimileriyse istedikleri hayatı görüyorken, Adam, duvara bakınca kendi yansımasını görüyordu. Kendi bitikliğini, tükenmişliğini, yılgınlığını. Duvarı yıkmak istiyordu, bir balyoz yardımıyla parçalarına ayırmak. Ama güçsüzdü, çok güçsüzdü. Zayıf omuzları hayatın yükünü taşıyamayacak kadar güçsüzdü. Nasıl duvarını yıksın, yok etsin? Annesiyle birlikte inşa etmişlerdi o duvarı, annesiydi o duvarın mimarı. Şimdiyse duvardaki lekeler gittikçe silikleşiyordu. Sahipsiz kalmıştı o duvar, Adam gibi. O duvara bakmak istemiyordu artık, sağına dönse duvar, soluna dönse duvar. Artık başka bir şeylerin varlığını çözmek istiyordu. Yatağına uzanıyordu, tavanla karşılaşmıştı. Yeni fark ettiği bir tavandı bu. Ne zamandır oradaydı? Ne zamandır Adam’ın sefil hayatını izliyordu? Adam gözyaşlarına boğulurken onunla alay edip gülüyordu? Tavan onun yeni zorbasıydı. Adam’ı gerçeklikle tanıştıran bu tavandı. Ona, hayatını nasıl boşa harcadığını izletiyordu her gece. Tavan acımasızdı. Adam, duvarını özlemişti. Ama artık duvara baktığında eskimiş kırmızı hırkasıyla aynı rengi görüyordu. Kalbinin özenle pompaladığı litrelerce kanın akıp gittiğini görüyordu. Artık kendi odasında barınamayacak hâle gelmişti. Bu yüzden saatlerini sokaklardaki banklarda geçiriyordu. Sabahları güvercinlerin sesleriyle uyanıyordu, yalnız olmadığını hissediyordu. Oysa yalnızlık seni anlayan birisinin olmamasıdır. Güvercinler ne Adam’ı tanıyordu ne de Tanrı’yı. Onların tanıdığı tek şey bayat ekmeklerin tadıydı. O ekmekleri verenin Adam olduğunu bilmiyorlardı. Sanki Tanrı’nın beslediği bizlerin, Tanrı’yı tanımadığı gibi...
“Rahip bey, herkesin anladığı bir şey var; herkes benden bir şeyler saklıyor. Söyleyin bana: sizin çözüp de benim çözemediğim ne? Nedir benim damarlarımdaki kanı zehirleyen bitki? Bu bitki de doğup büyüdüğüm bu topraklarda yetişmedi mi? Onu besleyen yağmurla, tenimden akıp giden yağmur bir değil miydi? Niçin benim yaşam iksirim olmak yerine beni yiyip bitiren bir zehre dönüşmüştü? Ben miydim bu zehrin kimyageri, ben miydim bu bitkinin bahçıvanı, ben miydim bu yağmurun akıtanı? Peki Tanrı buna nasıl müsade etti? Nasıl ben kendimi zehirlerken beni yukardan seyretmekle yetinebildi? Ben miydim bu tablonun ressamı, ben miydim bu şiirin şairi, ben miydim bu heykelin heykeltıraşı? Ben miydim yüce yaratıcının peygamberi?”
Rahip incilden söyleyebileceği birkaç satır bulmaya çalıştı ama bu çabası yetersizdi. Hiçbir kutsal kitapta Adam’ın sancısını bitirecek alıntı yoktu. Tek çözüm; ölümdü. Tek sonuç; Azrail’in geç kaldığı bir canı almaktı. Tek umut; kendini yok etmekti.
“Biliyorum, seni kederlerden arındıracak olan kutsal su boğazını yakıyor. İsa’nın kanı olan şarabı içmek kanını akıtıyor. Biliyorum, evladım, sen bilmesen de ben biliyorum. Tanrı beni insanlara yardım etmem için gönderdi, biliyorum. Peki sana nasıl yardım edebilirim? Nasıl acını dindirebilirim, nasıl gözyaşlarını silebilirim, nasıl seni bu sancıdan kurtarabilirim?”
Adam bilmiyordu, o bile kendisini kurtaramamıştı. Çok kez kendini öldürmeyi denedi; bileklerini kesti, onlarca hap içti, kendini arabaların önüne attı. Ama olmadı, Azrail onun canını almadı. Adam artık ölümden de yaşam kadar tiksiniyordu. Ölme fikri de yaşama fikri kadar uzaktı ona. Tek arzusu hiç doğmamış olmaktı ama bunun için artık çok geçti. Bir anne ve bir babanın oğluydu. Birkaç dakikalık zevk için bu acımasız hayata bebek getiren bir anne ve bir baba. Anne ve baba bu dünyaya niye çocuk getirir diye sorguluyordu Adam. Herkes bir gün biriyle tanışırdı, evlenirdi ve en nihayetinde bir çocuk sahibi olurdu. Adam bu döngüyü kıracaktı. Dünya’ya çocuk getirme fikrini aklından silecekti. Çocuklarına bırakacağı en büyük miras onları hiç var olmamış kılmaktı.
Herkes mutsuzdur, kimi bu mutsuzluğun farkındadır, kimiyse kendini dünyanın sunduğu sahte ayrıcalıklarla avutmuştur. Adam farkında olan kısımdaydı. Mutsuzluğunu benimsemişti, o hiç mutlu olamayacaktı. Peki insan mutlu olmak zorunda mıydı? Kendini yok ederek, dibe çekerek, daha da mutsuz ederek yaşam geçmez miydi? Niye geçsindi ki? Niye mutlu bir hayattansa acılarla dolu bir hayatla yetinilsin ki? Adam, mutlu bir hayat istemiyordu. O bu mutsuzluğunun içinde kendine bir konfor alanı yaratmıştı. Çocukken doğum günlerinde “iyi ki doğdun” şarkısını söyleyenlerden nefret ediyordu. İyi ki doğmamıştı, keşke doğmasaydı. Annesi bu kadar mutsuz bir çocuğu olduğu için üzülüyordu ama artık o yoktu.
Annesi bu dünyadaki yaşamını yitirmiş, sonsuz bilince erişmişti. Adam’ın inanmadığı bir sonraki hayat için çabalayan annesinin hak ettiği yere gideceğini düşünüyordu. O her zaman iyilik saçardı etrafına. Annesi adeta Tanrı’nın meleklerinden biri olmalıydı. Saflığı ve temizliğiyle Adam’ı huzura kavuşturuyordu. Ama Adam biliyordu: artık hiç huzurlu olamayacaktı. Annesinin göğsünde bir daha asla kalp atışlarını duyamayacaktı, bir daha asla boynuna sarıldığında duyduğu kokuyu duyamayacaktı. Ölenlerin külü ve çürümüş ruhları kokan bu dünyada, annesinin kokusu cennet gibiydi.
Bu derin sohbetten sonra Adam ayağa kalktı ve rahibi geride bırakarak uzaklaştı. Rahiple konuşmak ona iyi gelmişti, halbuki rahip ona yardım edecek hiçbir şey söylememişti. Adam şehir meydanına geri dönmek için yürümeye başlamıştı. Duvarlarından ve tavanından kaçmak için geldiği banka gidecekti. Her oradan ayrıldığında geri dönecek bir bank olmamasından korkuyordu. Her gün o banka onlarca kişi oturuyordu belki de ama hiçbiri bank tarafından terk edilmekten korkmuyordu. Ama o herkesin terk ettiği bir çocuktu ve bank tarafından da reddedilmekten korkuyordu. Tek sahip olduğu kişi artık rahipti. Günah çıkarmaya geri dönmeye karar verdi çünkü arınma düşüncesi onu rahatlatıyordu. Affedilme düşüncesi onda aşağılanmış hissi uyandırıyordu, onun günahı neydi de af dileme zorunluluğu vardı? Tanrı kimdi de onu affetme hakkını kendinde buluyordu? Üzerindeki kırmızı hırkaya toprağın kokusu sinmişti, artık annesi yerine bir avuç toprak kalmıştı geriye. O da bunun farkındaydı, Tanrı da...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Yaratılış Sancısı
General FictionVaroluşumuzun bir işkence olduğu apaçık ortadadır, peki Tanrı'nın isteği acı çekmemizse? Rahip Mihai, hayatını insanlara adamıştır ve başına gelen bir olay sebebiyle insanlara yardım etmenin onları öldürmek olduğu kanısına varmıştır. Kendi zevkleri...