1- Beklenmeyen Fısıltı

100 6 1
                                    

"Ece!" diye seslendi annem antreden. "Ben çıkıyorum."

Bugün komşumuz Sema Teyze'ye gün yemekleri hazırlamasına yardım ediyordu. Sabah erken saatte kalkıp özenle bir sürü şey hazırlamıştı onun için.

"Ece! Duydun mu beni kızım?!" Portmantodaki büyük aynada üzerini düzeltiyordu. Bunu görmesem bile onu ezberlemiştim artık.

Zayıf, uzun boylu, çoğunlukla elbise giyen, güler yüzlü, ela gözlü, beyaz tenli, merhametli, taptatlı bir kadındı annem. Açık kumral saçları hafif dalgalıydı. Her sabah saçlarını güzelce tarar ve elbiselerine göre aldığı çeşit çeşit taçlarından birini özenle takardı.

O günkü ruh haline göre elbiselerinin rengi de değişirdi. Bazı günler sarı, bazı günler pembe, bazı günler mavi... Bugünün rengi turuncuydu mesela. Bu da annemin çok mutlu ve heyecanlı olduğu anlamına geliyordu.

Sabah mutfakta görür görmez sormuştum zaten, güzel bir haber mi var, diye. Çok güzel bir rüya gördüğünü ve uyanınca içinin kıpır kıpır olduğunu söyleyerek geçiştirmişti beni. Bakışlarından anlamıştım bir şeyleri eksik söylediğini ama uzatmak istemedim. Bu işi evimizin üst aklı, mantık kraliçesi ve mahallemizin ünlü hafiyesi teyzeme bırakmaya karar vermiştim.

"Tamam anne. Hadi git artık." diye söylendim sesimi antreye duyurmaya çalışarak. Severek izlediğim yabancı dizinin kaçırdığım alt yazılarını başa alıp yeniden izlemeye başladım.

"Diziyi bitireceğim diye kendini ihmal etme. Senin için bir şeyler koydum mutfağa. Karnını doyur bak!"

Gözlerimi devirdim. Neden kimse benim bir yetişkin olduğumu, sınırları kendimin koyabileceğimi, ne kadar istersem o kadar izleyeceğimi, ne kadar istersem o kadar yiyeceğimi, canım isterse dışarı çıkıp istemezse bir hafta da olsa evde kalabileceğimi kabul etmiyordu.

Sorsanız yirmi beş yaşındaki koca bir kadın olan beni, evin üç yaşındaki saçı bukleli, kırmızı kurdeleli, beyaz bebe yaka elbiseli minik kızı gibi anlatırlar. Gerçekten sadece evlenince yani gerçekten ev-lenince mi büyüyor insan?

"Tamam." dedim bıkkınlıkla. Odaklanamasam da bir yandan diziyi izlemeye devam ettim.

"Gelmek istemediğine emin misin? Gelseydin, Sema teyzen çok mutlu olurdu."

Kalktığımdan bu yana annemin söylemekten bıkmadığı tek şey; Sema teyzelere gelmemin bana ne kadar iyi geleceği şeklindeki tavsiyeleriydi. Neden yaptığını bildiğim ve bununla ilgilenmediğim için, sağ kulağımdan girip sol kulağımdan çıkıyordu tüm söyledikleri.

Yaşı gelmiş bekar bir kızın annelerin gününde tek bir işi olabilirdi; evlatlarına ya da tanıdıklarına görücüye çıkmak. Anne sultanımın pişirdiği kurabiyeleri, börekleri, yaptığı leziz yemekleri, kekleri duymayan yoktu mahallede. Haliyle annem bu kadar maharetliyken biricik kızı Ece neler yapmazdı ki... Mahalledeki bekarları evlendirme sıralamasında her zamanki gibi ilk sıradaydım. Yerimi de birine kaptırmaya kimsenin niyeti yoktu.

Bir de tabii, yaşıtlarımın çoluk çocuk sahibi olmalarından bahsedip, mutlu aile yuvalarıyla gözde olan gelinlere yapılan tezahüratları kıskanıp, kimin çeyizindekilerin ne kadar güzel olduğuyla ilgili konuşmaları, diplomam var ya yeter işte, diyerek geçiştirirken, olur mu öyle şey, şimdi diploması olmayan mı var, diyerek seni bozduktan sonra, gül bahçesinde gülsüz kalacağım hikayesinin haklılığına beni inandırmaya çalışarak beni de evliliğe özendirme niyetindeydiler, yemezler.

Gözlerimi televizyondan ayırmadım ama anneme de cevap vermeyi ihmal etmedim. "Taliplilerim olmadan özgür olacağım tek günü elimden almana izin veremem."

Çünkü Sema teyze beni gördüğü yerde birilerinin resmini gösteriyordu hemen. Bu, günde bir, bazen iki defa oluyordu, beni görmesin yeter ki. Kaçarak çıkıyordum mahalleden resmen. Yahu manavdan portakal mı seçiyorum? Evlilik bu, resimle olacak şey mi?

Gerçi bunu söylesem, Sema teyze hemen; 'Ben görmeden evlendim yavrum. Çok da mutluyuz. Salih amcanın bir fiske tokatını görmedim daha. Her şeyi birlikte yaptık.' der, tokat atmamayı erkeklik olarak sayan Sema teyzeye, içimdeki erkek düşmanlığıyla ilgili haklı gerekçelerimi bağıra bağıra sıralar, hürmet ettiğim insanın kalbini kırmaktan korktuğum için, sessiz kalıp, cümlelerimi içime atmak zorunda kalırdım.

"Aman be kızım yaşlı işte. Ne olur hoş görsen. Hem haklı. Üniversiteyi bahane ediyordun. O da bitti. Birçok kişiyi reddettin sırf bu yüzden. Gül bahçesinde gülsüz kalacaksın bu gidişle."

Dedim işte, başladık yine.
"Özel bir gül istiyorsam demek ki." diye sitem ettim. "Hem iş bakıyorum. Biriyle görüşmenin sırası mı şimdi?" Başımı uzatıp anneme doğru muzır bir şekilde gülümsedim.

"İş bakıyormuş. Hıh." Saçlarını geriye atıp tek kaşını kaldırdı bana bakarken. Sinirlendiğinde hep böyle yapardı. "Sen ancak otur, dizi izle. Böyle ne koca bulursun ne de iş."

"Yani anne, bir dizi keyfim var, sağol onu da mahvettin. Git hadi artık çiçeğim ya. İşi halledeceğim, rahat ol sen."

Bazı fısıltılar duydum bu sırada. Kendi kendine söylendiğini düşündüm annemin. Sonra da cevap vermeden kapıyı kapatıp gitti. İşte bu pek hayra alamet değildi. Çünkü son cümleyi her zaman annem söylerdi.

Boş verip diziyi başlatmadan önce biraz daha geri aldım, sonra koltuğa uzandım. Gel gör ki, keyfim çoktan kaçıp gitmişti. Gördüğüm alt yazılar bile diziden alakasız olarak bilinç altımdaki cümleleri yansıtıyordu.

'Annenin kızısın sen. Elinden her iş gelir. Eğer yapamazsan laf sana değil, annene gelir.'

'Necla nişanı attıktan sonra hemen bulmuş birini, bak, evleniyor. Sen öyle otur evde.'

'İnsan içine çıkmazsan nerde neyin konuşulacağını nasıl bileceksin yavrum.'

'Evde boş oturan hoş görülmez Ececiğim.'

'Bu düğüne de gelme. Bakalım senin düğününe kim gidecek?'

'Sema teyzenin torunu makyaj firmasının deposunda çalışıyor. Söyleyelim de seni de kimyager olarak konuşsun insan kaynaklarıyla.'

'Çocuk gençken yapılır. Bak, senin yaşındakiler yolu yarıladı bile.'

Çevremdekilerin söyledikleri zihnimin alt köşelerinde ne çok acı bir tat bırakmış, şimdi daha iyi anladım. Umursamıyorum demiştim ya, yanılmışım. Baya baya takılmış zihnim buna.

Ayağa kalkıp derin bir of çektim. Mutfağa geçip canım çekmeye çekmeye bir kurabiye attım ağzıma, sonra bardak dolabından elime denk gelen geleneksel Türk kahvesi fincanına koyduğum meyve suyuyla mutfağın arka kapısından bahçeye geçtim.

Evimiz bahçe içinde iki katlı küçük bir evdi. Üst katta iki yatak odası alt katta mutfak ve salon vardı. Dışarıdan içeri girer girmez küçük bir ara, aranın sonunda merdivenler ve salonla antreyi ayıran küçük bir duvar bulunuyordu. Salonun kapısı yoktu. Televizyon bu duvarın arkasındaydı. Karşısında açık mavi renkli, rahat bir koltuk takımı, diğer taraftaki köşede, camın önünde, büyük bir yemek masası vardı.

Annemin rengarenk çiçeklerini yetiştirdiği küçük bahçemizde hala nasıl sığdığını anlamadığım elma, ayva, vişne ve armut ağaçları içinde yaşamak huzurlu hissettiriyordu. Ön tarafta birkaç tane de farklı cinslerden çam ağaçları vardı. Şimdi kış ayında olduğumuzdan bahçe ölü gibi görünüyordu ama yaz geldiğinde günümün çoğunu yumuşak minderli, teyzemin, öğrenecek hangi hobi kaldı isimli, el emeğiyle yaptığı renkli, nakışlı yastıklarla dolu salıncağa uzanıp, arkasındaki çim duvarda yasemin ve hanımeli çiçeklerinin mis gibi kokusuyla, sahip olamadığım şeylerin hayalini kurarak, burada zaman geçirmeye bayılıyordum.

Fincanımdaki meyve suyunu bitirmiş, salıncağın hemen yanındaki sehpanın üzerine bırakmış, telefonumdan iş ilanları bakıyordum ki; "Merhaba." diye fısıldadı biri arkamdan. Korkuyla ayağa fırladım. Korkunca bedenim sebepsiz yere tepki olarak gözyaşı üretiyordu.

"Hakan." Gözlerimde biriken yaşları elimin tersiyle silip, şaşkınlıkla ona baktım.

AŞKA TUZAKHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin