Meydana düşen eğik sabah güneşi sarı bir altın yaprağı gibi bungalovun beyaz yüzüne çarpıyordu. Dört morumsu siyah karga aşağı inip verandanın parmaklığına kondular, Ko S'la'nın Flory'nin yatağının kenarına bıraktığı ekmek ve tereyağı çalmak için pusuya yattılar. Flory cibinliğin arasından sürünerek çıktı, Ko S'la'ya kendisine cin getirmesi için bağırdı, sonra banyoya girip soğuk olması gereken suyla dolu çinko küvette bir süre oturdu. Cini içtikten sonra kendini daha iyi hissetmeye başladığından tıraş oldu. Genelde tıraş olmayı öğleden sonraya bırakırdı çünkü sakalı siyahtı ve çabuk uzuyordu.
Flory suratını asmış küvetinde otururken Mr. Macgregor üzerinde şortu ve atletiyle, yatağına bu amaç için serilmiş bambu kilimin üzerinde Nordenflycht'in 'Çok oturanlar için jimnastik'inden 5, 6, 7, 8 ve 9'la boğuşuyordu. Mr. Macgregor sabah jimnastiğini neredeyse hiç atlamazdı. 8 numara (sırtüstü yatıp dizleri bükmeden bacakları havaya kaldırmak) kırk üç yaşında bir adam için gerçekten de can acıtıcıydı; 9 numara (sırtüstü yattıktan sonra doğrulup oturmak ve parmak uçlarıyla ayak parmaklarına dokunmak) daha da beterdi. Ne olursa olsun insan bedenini sağlam tutmalıydı! Mr. Macgregor acı içinde ayak parmaklarına uzanırken boynundan kiremit kırmızısı bir gölge yükseldi ve yüzü birazdan inme inecek bir adamın yüzü gibi kızardı. İri, yağlı göğüsleri terden parlıyorlardı. Dayan, dayan! Ne pahasına olursa olsun zinde kalmalıydı. Hamal Mohammed Ali, kolunda Mr. Macgregor'un temiz elbiseleriyle yarı açık kapıdan içeri baktı. Dar, sarı renkli Arap yüzünden ne anlayış ne de merak okunuyordu. Beş yıldır her sabah bu kıvranmaları seyrediyordu - gizemli ve sert bir tanrıya yapılan bir dua gibi bir şey olduğuna karar vermişti.
Dışarı erken çıkmış olan Westfield de o anda polis istasyonundaki aşınmış, mürekkep lekeli masaya dayanmış, şişko komiser yardımcısının iki polis memuru gözetimindeki bir sanığı sorguya çekmesini izliyordu. Sanık kırk yaşlarında, solgun, ürkek yüzlü bir adamdı. Üzerinde yalnızca dizine kadar inen paçavra gibi bir longyi vardı. Giysinin altından böcek ısırıklarıyla dolu ince, çarpık bacakları görünüyordu.
"Kim bu adam?" dedi Westfield.
"Hırsız, efendim. Onu üzerinde çok değerli iki zümrüt olan bir yüzükle yakaladık. Hiçbir açıklaması yok. Onun gibi yoksul bir kuli zümrüt yüzüğü nereden bulur? Çalmıştır."
Westfield haşince sanığa döndü, yüzünü erkek kedilerin yaptığı gibi karşısındakinin yüzüne değdirecekmişçesine yaklaştırdı ve korkunç bir sesle gürledi:
"Yüzüğü çaldın!"
"Hayır."
"Sabıkalı mısın?"
"Hayır."
"Hiç hapis yattın mı?"
"Hayır."
"Arkanı dön!" diye hırladı komiser yardımcısı bir şey görüp. "Öne eğil!"
Sanık soluk yüzünü acıyla Westfield'e çevirdi. Westfield başka tarafa baktı. İki polis memuru adamı yakalayıp döndürdüler ve öne eğdiler; komiser yardımcısı adamın longyi'sini yırtıp kalçalarını ortaya çıkardı.
"Şuna bakın efendim!" dedi yara izlerini göstererek.
"Bambu çubuklarla dövülmüş, Eski bir suçlu o. Bu yüzden yüzüğü o çalmıştır!"
"Tamam, onu kodese atın," dedi Westfield ters bir sesle. Elleri ceplerinde masanın yanından uzaklaştı. Yüreğinin derinlerinde bu gariban, küçük hırsızları içeri atmaktan nefret ediyordu. Dakoitler, isyancılar - evet; ama bu zavallı, sefil sıçanlar değil! "Kodeste kaç kişi var şimdi Maung Ba?" dedi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Burma Günleri
General Fiction"Bu ülkede bulunmamızın, hırsızlıktan başka bir nedeni olduğunu söyleyebilir misiniz? Bu öylesine kolay ki. İngiltere'nin memuru, Burmalı'nın kollarını tutar, tüccar da adamın ceplerini boşaltır. Britanya İmparatorluğu, İngilizlerin, daha doğrusu Ya...