Mezarlığın yanındaki büyük pyinkado ağaçlarındaki akbabalar kanat çırparak kuş pisliğinden beyazlamış dallardan yukarı uçtular, kanatlarıyla kendilerini dengeledikten sonra geniş spiraller çizerek gökyüzünde yükseldiler. Daha erkendi ama Flory şimdiden dışarı çıkmıştı. Kulübe gidiyordu. Elizabeth gelene kadar bekleyecek ve sonra ona resmen evlenme teklifinde bulunacaktı. Anlayamadığı bir içgüdü bu işi öteki Avrupalılar cangıldan dönmeden önce yapması için onu zorluyordu.
Kulübün kapısına geldiğinde Kyauktada'dan yeni birinin gelmiş olduğunu gördü. Elinde iğne gibi uzun bir mızrak taşıyan bir delikanlı beyaz bir midillinin üzerinde meydanda dolaşıyordu. Hintli askerlere benzeyen birkaç Sikh biri doru, öteki kestane iki midilliyi dizginlerinden yakalamış delikanlının peşinden koşuyorlardı. Onlarla aynı düzeye gelince Flory yolun üzerinde durup günaydın diye seslendi. Delikanlıyı tanımamıştı ama bu küçük yerlerde yabancılara selam vermek doğal bir davranıştı. Öteki kendisine selam verildiğini görünce kayıtsız bir tavırla midillisini çevirip yolun kenarına yaklaştı. Yaklaşık yirmi beş yaşlarında bir gençti. Zayıf ama dimdikti. Süvari subayı olduğu belliydi. Açık mavi gözleri ve dudaklarının arasından görülen üçgen biçimli ön dişleriyle İngiliz askerler arasında sık görülen tavşan suratlardan biriydi; yine de sert, korkusuz, hatta kaba ve umursamaz bir görünüşü vardı - belki bir tavşandı ama sert ve savaşçı bir tavşandı. Atının üzerinde sanki kendisinden bir parçaymış gibi oturuyordu; saldırgan ölçüde genç ve zinde bir görünüşü vardı. Taze yüzü açık renk gözlerine en yakışacak tonda yanmıştı ve beyaz topi şapkası, eski bir fabrika bacası gibi parlayan polo çizmeleriyle bir resim kadar şıktı. Flory daha en başından onun karşısında kendini rahatsız hissetti.
"Nasılsınız?" diye sordu. "Yeni mi geldiniz?"
"Dün gece, son trenle geldim." Ekşi, oğlan çocuğunu andıran bir sesi vardı. "Yerel isyancılar sorun çıkarırlarsa destek sağlamak için yanımda bir birlik adamla buraya gönderildim. Adım Verrall - askeri polis," diye ekledi, ama Flory'nin adını sormak zahmetine katlanmamıştı.
"Aa, evet. Birilerini göndereceklerini duymuştuk. Nerede kalıyorsunuz?"
"Şimdilik dak bungalovunda. Dün gece geldiğimde orada kara bir dilenci kalıyordu. Depo görevlisi ya da buna benzer bir şeymiş. Onu dışarı attım. Burası rezil bir yer, öyle değil mi?" Elini arkaya doğru sallayarak bütün Kyauktada'yı gösteren bir hareket yaptı.
"Bence bütün öteki küçük idare merkezleri gibi bir yer. Uzun süre kalacak mısınız?"
"Yalnız bir ay kadar, Tanrı'ya şükür. Yağmurlar başlayana kadar. Ne kadar rezalet bir meydanınız var, değil mi? Şu bitkileri kesmemiş olmaları ne yazık," diye ekledi elindeki mızrağın ucuyla yerdeki kurumuş çimenleri dürterek. "Polo ya da başka bir şey oymamak imkânsız burada."
"Korkarım burada hiç polo oynayamayacaksınız," dedi Flory. "Elimizden gelenin en iyisi tenis. Hepimizi sayarsanız yalnızca sekiz kişiyiz ve çoğumuz zamanımızın üçte birini cangılda geçiriyoruz."
"İsa aşkına. Cehennem çukuru gibi bir yer!"
Bu sözlerden sonra bir sessizlik oldu. Uzun boylu, sakallı Sikhler atlarının başında toplanmış, pek beğenmeyen gözlerle Flory'ye bakıyorlardı. Verrall'in bu konuşmadan sıkıldığı ve kaçmak istediği çok açıktı. Flory yaşamı boyunca kendini hiç bu kadar de prop, bu kadar yaşlı ve yıpranmış hissetmemişti. Verrall'in midillisinin gururlu boynu, gösterişli, kuştüyü gibi kuyruğuyla çok güzel bir Arap kısrağı olduğunu fark etmişti; süt beyazı nefis bir hayvandı, binlerce rupi ederdi. Verrall şimdiden geri dönmek için yuları yakalamıştı, belli ki bu sabahlık yeteri kadar konuştuğunu hissediyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Burma Günleri
General Fiction"Bu ülkede bulunmamızın, hırsızlıktan başka bir nedeni olduğunu söyleyebilir misiniz? Bu öylesine kolay ki. İngiltere'nin memuru, Burmalı'nın kollarını tutar, tüccar da adamın ceplerini boşaltır. Britanya İmparatorluğu, İngilizlerin, daha doğrusu Ya...