Yaralı görünüşü yara bantlarıyla sarılmış, sarsılmış ruhu kalbinin derinliklerine gömülmüş Efsun; hayatını almak için bir tırpanla siyahlar içinde peşinden kovalayan, güneşi görmesinin bile ona acıdan başka bir şey getirmediği, sevdiği kişiye bile sarılıp öpemediği bu yaşamı kabullenemeyen Fetih'i tam hayattan vazgeçerken aşka inandırabilecek mi?
🦋🦋🦋
Zihnim bomboş kalmıştı. O boşlukta Melis'in sözleri yankılanıyordu.
Fetih intihar edecek... İntihar edecek... İntihar...
Gözlerimi açıp gözyaşlarımın ıslattığı yüzümü silmedim. Mutfak kapısını açtığımda Fetih'in salondan çıktığını gördüm. Kapı sesini duyduğunda bana dönmüştü. Dizlerimdeki ve elimdeki yara bandına baktı. Kederli bakışlarını gölgeleyecek şekilde gülümsedi bana.
Bizi duymamıştı. Duysaydı o bu halde olmazdı. Benim öğrenmemi istemiyordu. Çünkü öğrenmemeliydim. Öğrenmemeliydim...
Melis de Fetih'in geldiğini gördüğü için beni sakinleştirecek hiçbir şey söyleyemedi. Öylece toparlanmış haliyle Fetih'in yanına geçti. Fetih'in buz mavisi gözlerine bakamadım.
Arkamı dönüp evden çıkmadan önce Melis'in tatlı sesiyle "İstifa etmeyi düşünüyor." dediğini duydum. Yarın... Yarın bunu yapacaktım. İstifa edecek, onu istediği gibi rahat bırakacaktım.
O ölmüştü, ölüyordu, ölecekti. Ben onun yanında kaldığımda ne değişecekti? Gözlerine son kez bakmamaya çalıştım. Ama evin kapısını çarpıp yolda yürümeye başladığımda bile Fetih'in buz mavisi gözleri gözlerimin önünden gitmemişti.
Livya bana 'güzel haberler bulmadan gelme' dediği için evim gibi hissettirmeyen evime gidemezdim. Bu yüzden ayaklarım beni Nefes ve Enes'in oturduğu binanın kapısına sürükledi.
Sanki karanlık beni içine çekiyordu. Ona daha fazla karşı koyamayacağımı biliyordu ve asla durmuyordu. Dizlerimin üzerine düşmem için beni zorluyordu. İçimden güçlü olduğumu fısıldıyordum ama karanlığın yoğunluğunu gördükçe sandığımdan zayıf olduğuma anlıyordum.
Ve bu canımı yakıyordu.
Gözyaşlarımın akmaması için büyük bir çaba harcıyordum. Düşmemek için binanın kapısından tutunarak içeri girmeye çalıştım. Ama güçlü değildim. Dizlerimin üzerinde yere yıkıldığımda kapı üzerime kapandı. Dizlerimdeki sıyrıklardan akan kanlara bakarken arasında sıkıştığım kapının önünden sürünerek çıktım.
Artık gölgem gibi yerde sürünüyordum. Gölgemden beni ayıran tek fark acılarımı renklerin arasına saklamaya çalışmamdı. Renksiz değildim, Rengârenk Kelebek'tim...
Gölgelerimizin ayakta kalabildiğini düşünmem ne büyük aptallıktı. Yerdeydim işte. Sürünüyordum. Canım acıyordu. Ve en kötüsü bir daha asla kalkmak istemiyor, düştüğüm bu yerde durmaya devam etmek istiyordum.
Öldüğünü sandığımda her şey çok kolaydı. Öldüğü için yanımda olamıyordu ama şimdi... Şimdi yaşadığını biliyordum ve ölmek istediğinde yanında olamıyordum. Ulaşılmasının imkânsız olduğunu bilseydim canım yanmayacaktı. Ama ona ulaşabilirdim. Ölmemesi için ona yalvarabilirdim. Cesur olup karşısında dimdik bir şekilde "Ben o Efsun'um." diyebilirdim.
Ama ben bunların hiçbirini yapmamayı seçmiştim. Bu benim seçimimdi. Her zamanki gibi seçimlerimden pişmanlık, acı, hüzün, keder duyuyordum.
Çünkü o bu sefer gerçekten ölecekti. Ben yanında yokken benim o Efsun olduğumu bilmeden benim yüzümden ölecekti. Kendini öldürecekti. İntihar edecekti. Planlı, anlaşmalı bir şekilde. Yanında doktor rapoları ve bunun kendi kararı olduğunu kanıtlayan bir avukatla ölecekti. Arkasındaysa yanında olmayan, olamayan beni bırakıp gidecekti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kelebekler Yaşamaya Cesaret Edemez
Chick-LitO yağmurlu sabah; gökyüzünü kara bulutlar kaplamış, etrafı ölümün kokusu sarmışken aşk denilen kavramı inkar eden Efsun kendine çizdiği sınırlardan daha büyük hayalleri olmadan zorlu yaşamına devam ediyordu. Ölümün kokusunu kanlar yağmura karışmadan...