8- Sfeoth Savaşı

36 12 14
                                    

 Bölümlerin yapay zekayla oluşturulan videosu için profilde yer alan linke tıklayınız.


11 Şubat 2820

"Daha önce hiç Eski İnsan gördün mü?" dedi genç nöbetçi. Kampın etrafında devriye atarken. Zednos'un güneyinde büyük bir kamp kurulmuştu. Kuzeyli şehirler bütün kuvvetlerini burada topluyordu.

"Hayır," diye karşılık verdi. Zifiri karanlıkta konuşmaktan çok etrafı gözlemekle ilgileniyordu.

"Dev gibi oldukları ve insan eti yedikleri söyleniyor." Gözleri bu sözlerini yalanlamasını bekliyordu.

"Evet," diye karşılık verdi. Eğleniyormuş gibiydi. "Çok geveze olanların dillerini koparıp yedikleri söyleniyor." Küçük bir kahkaha koyuverdi.

"Bu konuda şaka yapabilmeyi nasıl beceriyorsun?"

"Sakin ol, Eski İnsanların yamyam olduğu söylentilerini bende duydum. Ama orduda geçirdiğim birkaç yılda birçok kişiyi öldürüp bıraktıklarına şahit oldum. Buna sende şahit olmadın mı? Atlarının sırtlarında tıpkı bir kahraman gibi giden ama aynı atın sırtında cansız bedenleri dönen askerleri görmedin mi?"

Bir an zihnini yokladı acemi asker. "Evet," dedi. "İnsan eti yiyor olsalar kaybolan cesetler birkaç gün sonra nasıl sapasağlam bulunabilir?"

"Belki de sadece korkak olanları yiyorlardır?" dedi kıdemli asker ve bir kahkaha daha koyuverdi.

"Yüzlerinin beyaz ve parlak olduğu söyleniyor. Parıltıları kör ediyormuş."

"Peki ya koyu tenli olanların hünerleri ne?" dedi kıdemli olan. Acemi askerin aklındaki bütün korkunç hikâyeleri anlatacağı açıktı. "Sessiz ol evlat. Sessiz ve gözleri açık, buraya sohbet etmek için gelmedik."

Wilbur'un uykusu kaçmıştı. Çadırından çıktı. Kapıda nöbet tutan muhafızları Pantheo ve Sepiron lordlarnın peşine takıldı. İkisi de Vatonen'e özgü iri yapıya sahipti. Uzun boylu ve yetenekli silahşorlardı. Wilbur tedirgindi, kampı göz ucuyla inceledi. Yavaş yavaş sönmeye yüz tutmuş ateşler ve devriye gezen askerlerden başka hiçbir şey yoktu. Günden güne tehlike artıyor, adım adım sona doğru yaklaşıyordu.

Üzerinde ince bir gömlek vardı. Kamp olağandışı şekilde sessizdi. Askerler gergindi. Konuşacak kadar cesareti olanlar fısıltılarla Sfeoth'u Lord Felenion'un başına gelenleri konuşuyordu. Bazıları yarın neyle karşılaşacakları konusunda tartışıyorlardı. Eski İnsan ile savaşmak kasabın elinden yarı canlı kaçan bir boğa ile savaşmak gibiydi. Ya o seni öldürürdü ya da sen onu. Başka türlü durduramazdın. Askerler korkmakta haklıydı. Zaman zaman Wilbur'da bu duyguya kapılıyordu. Bu gece aklındaki korku değildi meraktı. Neden bir anda Sfeoth? Bu şehirde ne var? Kuzeye açılan kapı olduğu için mi? Peki ya neden Pronx değil? Orayı daha kolay ele geçirebilirlerdi.

Gece esintisi iyi gelmişti. Kampın batısındaki çıplak tepeye doğru yürümeye başladı. Epey uzaklaşmıştı. Açık alanda bulunan tepeden şafak vaktinde pozisyon alacakları dağın çevresine bakıyordu. Ova bulunduğu yerden alçaktaydı ve karanlıkta pek bir şey görünmüyordu. Wilbur yarın savaşacakları yerin orada bir yerde karanlıkların arkasında olduğunu biliyordu. Bir süre düşüncelerini rüzgâra bırakarak gözlerini kapadı, zihnini dinlendirdi. Karanlıkta birbiri ardına güçlükle atılan adımları işitti, gelenin kim olduğunu hemen anlamıştı.

"Seni de mi uyku tutmadı," dedi Wilbur sakin bir tonda.

"Sabah neler olacağı konusunda endişeliyim. Sodba ve Yihen zamanında gelmezse bu, bizim sonumuz olur," bir an için Hormound'da yapılan plandan kuşku duymaya başlamıştı. Birçok kez Wilbur'un planlarına sorgulamadan itaat etmişti ama bu kez oda endişeliydi.

The Lost CrownHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin