Jungkook'dan
Nefes nefese kalmış bir şekilde kocaman ve sık ağaçların arasında koşuyorken tüm tenimin kesiklerle kaplanmasına engel olamamış, sonunda kendimi bir gölün önünde bulmuştum.
Göğsüm kapana kısılmışlığımın hissiyle sıkışırken beni en çok korkutan şeyin arkama dönmek olduğunu fark ettiğimden arkama dönmeyi reddederek bir süre gölün üzerindeki aksimde gözlerimi gezdirdim.
Çok küçüktüm, böyle bir yerde tek başıma olmak için hatta kaçmak için o kadar küçük bir yaştayım ki. Ağlamaktan patlayacak kadar kızarmış yüzüm ve gözlerime bakarak daha çok ağlarken bir ses duyuyordum.
Meleksi bir ses.
"Özür dilerim oğlum. Bunları yaşamak zorunda kaldığın için çok özür dilerim."
Ses arkamdan geliyordu, bu bana cesaret verirken derin bir nefes alıp arkama dönüyorum. Tüm gördüğümse yalnızca kocaman ağaçlar oluyor. O an bunun bir tuzak olduğunu anlıyorum. Hayır, bir tehlikeden kaçmıyorum. Kendi ayaklarımla, kendi sonuma adımlıyorum.
Bu farkındalıkla gözlerimi irice açıyorum. Kaçmak istiyor, aynı zamanda kaçamayacağımı da biliyorum. İçimde patlayıp baş gösteren korku tohumlarıyla çığlık atmak için dudaklarımı aralıyorum. Ancak dudaklarımın arasına sızan su buna hızla engel oluyor.
Bir güç tarafından daha az önce yüzümü izlediğim suyun derinliklerine çekiliyor, içinde bulunduğum suyun derinliğinden göl değil dipsiz bir kuyu olduğuna inanmaya başlıyorum. Çırpınmak istesem de zincirlerle mühürlenmiş gibi bir his sarıyor bedenimi.
Daha fazla dayanamıyor ve içime derin bir nefes çekiyorum. Bu sonumun geldiğinin habercisi. Sonunda zihnimdeki tüm sesler kesilirken, gölün içine kadar sızan ışık hüzmeleri kayboluyor. Hayır onlar kaybolmuyor, ben ölüyorum.
Bilincimin kapanmasına saniyeler kala tek algıladığım şey fazlasıyla boğuk ve uğultulu olan konuşma sesleri oluyor. Belki bir kurtuluş.
...
Nefes nefese kalmış bir şekilde yatağımda doğrulduğumda zihnime dolan tüm o görüntülerin bir kabus olduğunu anlamıştım. Her zamanki gibi.
Hayatımın hiçbir evresine ait olmayan anılara karşılık kendimi sakinleştirmeye çalışsam da nafile, hıçkırıklarımın arasından zihnimi daha da huzursuz edecek düşüncelerle boğuşup duruyorum. O Jeongguk, gerçekte o yaşta olan Jeongguk'un anıları.
Çok net hatırladığım tüm o anılar şimdi bana eksik hissettiriyor. Sanki biri gelip zihnime tek tek o anıları işlemiş gibi, öylesine huzursuz edici bir his.
Sürgülü kapımın açılma sesiyle irkilerek bakışlarımı ahşap tavanımdan çekip kapıya çevirdiğimde annemle göz göze gelmiş, onun varlığını somut olarak görebilmek bu anlarda bana lütuf gibi gelirken rahatladığımı belli eden titrek bir nefes vermiştim.
İçimdeki huzursuzluk bir nebze olsun dağılmışken zihnim izin vermek istemezmiş gibi şimdi de rüyamdaki melek sesli kadının bana oğlum dediğini hatırlamış, bu kendi annemden bile irkilerek kaçma isteğimi tetiklerken kendimi tekrar tekrar telkin etmeye çalışmıştım.
Ben böylesine bir hiç için çabalarken gerçek annemin sesi kulaklarıma ulaştı.
"Geçti annecim. Kabus gördün yine, bak ben buradayım. Gel senin saçlarını seveyim birlikte uyuyalım hadi."
İçimde hissettiğim ürpertiye rağmen annemi onaylayıp ona yer açmayı da ihmal etmeyerek kenara kaymış, benim yerimi dolduran annemde bir süre gözlerimi gezdirip onun gerçek olduğundan emin olmak istemiştim. Artık rüyamla gerçeğimi ayırt edemeyecek hale gelmiş gibiydim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
PINK MIRACLE | TAEKOOK'
Fanfiction'°★ Herkes Omega Jungkook'a tanrının bahşettiği hediyenin pembe dumanlar olduğunu düşünürken fazlasıyla yanılıyordu. Çünkü onun asıl hediyesi Delta Kim Taehyung'dan başkası değildi. ★°'