"Göklerdeki Rabbim sana yalvarıyorum"
On Altıncı Bölüm-
Hayatımda kaç defa böyle can havliyle koştuğumu hatırlamıyorum.
Boş binada yankılanan en güçlü adım seslerinin sahibinin ben olduğuma emindim. Bağrışmalarını duyduğum adamlar beni izliyor ve birbirleri arasında konuşurken muhtemelen bana yönelik şeyler söylüyorlardı.
Dikişlerimin attığının ve henüz iyileşmeyen yaralarımın yeniden kana bulandığının ben de farkındaydım. Yine de bunu göz ardı ederek koşmaya devam ediyordum ve bu beni adamlarımın gözünde yüksek ihtimalle bir psikopat gibi gösteriyordu. Adamlar her bir katta, ne olur ne olmaz diye o katı aramak adına ikişer üçer azalıyordu ve ben en yukarıya doğru ilerlemeye devam ediyordum.
Delilikti, biliyorum. Bu haldeyken bu şekilde çıkılacak bir yer de değildi ama o piç oraya benim bebeğimle çıkabilecek kadar canına susadıysa, ben de bu yaraları umursama lüksüne sahip değildim.
Yine de fazla uzaklaşmış olamayacağını düşünüyordum. Sonuç olarak Jeongguk'un eğer ayıksa bir şekilde ona direndiğine emindim.
Nefes nefeseydim, göğsüm beni gittikçe daha çok zorlarken bulunamadığı her bir katta daha da eksantrik küfürler ediyordum ona içimden. Başımın dönmeye başladığı bir an, omzumu merdivenin duvarına yasladım ve bana bakmak için duraksayan adamlara "Devam edin." Komutu verdim.
Onlar devam etti ve ben de tam durduğum yere çökecek gibi olurken duvardan destek alarak yeniden doğruldum. Bunun sonunda ölecek olsam bile onun en iğrenç işkenceleri çektiğine emin olmadan ölmeyecektim. Bu konudaki hırsım ve öfkem beni ayakta tutuyordu.
Neyse ki birkaç kat sonra sona erdi bu. Adamlarım onları binanın tepesinde değil, on altıncı katın henüz korkuluk döşenmeyen büyük teraslarından birinde buldular. Tam da tahmin ettiğim ve en çok korktuğum şeyi yapmış, Jeongguk'u da kendiyle birlikte uçurumun önüne sürüklemişti.
Oraya doğru ilerlerken, benim için açılan kalabalığın arasından geçtim ve birkaç derin nefes alarak, tüm gücümle dikleştirdim sırtımı. Tuttuğum silahı önümde hazır tutarak giysilerime bulaşan kanı az da olsa örtmeye çalıştım. Nafileydi, tek istediğim Jeongguk'un endişelenmemesiydi.
Bu durumda baş dönmesini de görmezden gelmem gerekiyordu.
Herkesten ayrışan bedenime doğru bakışlarını çevirdi ve kim olduğumu anlamaya çalışır gibi o iğrenç gözlerini bana doğru odakladı. Adamlarımın önüne geçtiğimde ise indirdiğim maskemden dolayı kim olduğumu gördüğünde anlamadığım birkaç küfür sıraladı ve kolunun altında tuttuğu Jeongguk'un başına gümüş bir tabanca dayadı.
Boğazım düğümlenmiş, gözlerim bu manzara karşısında dolmamak için direnirken öfkeyle seğirmelerine engel olamamıştım.
Elleri arkasında bağlı ve bacakları yalnızca yürüyebileceği kadar daracık bir açıklıkla birbirine bağlıydı. Gözünü ve ağzını aynı iğrenç desenli bezle sıkı sıkıya sarmışlardı. Ağzındaki bez ıslaktı fakat gözlerindeki en az bir çöl kadar kuruydu. Ağlayamayacak kadar kötü oluşu bile nefeslerimi daha çok sekteye uğratıyordu.
Ağzımı açtığım her an cehennemi soluyor gibi hissediyordum.
O piç sahiden de benimkiyle aynı renkte bir tabanca kullanıyordu ve modelleri, silahlardan iyi anlamayanlara göre bir hayli benzetilebilirdi. Bu yüzden gözlerinin kapalı olmasını iyiye yormak istiyordum. Yine de nafileydi, onun burada olmasının en büyük suçlusu bendim ve bunu telafi etmem gerekiyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ojos Así
Fanfiction"Göklerdeki Rabbim, sana yalvarıyorum Onun gözlerinde hayatı görüyorum" Mini-fic | taekook