Masada çatal seslerinden ve arada bir Hazal'ın "of" diye sıkıntıyla inlemesinden başka bir ses yoktu. Birazdan derse gitmek üzere evden çıkacaktı ve eski sevgilisiyle karşılaşmaktan çekiniyordu. Her ne kadar Selim'in artık yüzüne bile bakmayacağını düşünse de bazı ihtimaller onu ölesiye korkutuyordu.
İkimiz de saat 11'e kadar uyumuş, kahvaltıyı da öğlene doğru ancak yapabilmiştik. Ben, düne nazaran daha iyi sayılırdım. Yine de Hazal'ı teselli etmekle uğraşmak için mecal bulamamıştım. Ona olan kızgınlığım hâlâ az da olsa devam ediyordu. O da bunu sezmiş gibi konuyu hiç açmadan tabağına aldığı bir parça omleti anlamsızca parçalara bölüyordu. Arada bir ağzına ufak lokmalar alıp onu dakikalarda çiğniyor ve derin derin düşünüyordu. Biraz sonra tekrar oflayarak ayağa kalktı.
"Gideyim ben artık. Nereye kadar kaçabileceğim ki zaten..."
Göz ucuyla ona baktım. Çayımdan bir yudum alıp, "Şimdiden kendini üzme" dedim. "Onun seninle yüzleşeceğini sanmıyorum."
Bu sabahki ilk ve tek tesellim karşısında buruk bir: "Umarım..." döküldü dudaklarından. Önüne gelen siyah uzun saçlarını elinin tersiyle sırtına attı. Sandalyenin arkasındaki geniş kalıplı ceketini alıp hızlıca giydi. Sürekli ceketinin cebinde bulundurduğu minik aynasını eline alıp kırmızı rujuna, rimel çektiği gözlerine ve pudralı beyaz yüzünün her noktasına dikkatlice baktı. Güzel göründüğüne kanaat getirdikten sonra çantasını da alıp kapıya yöneldi.
"Gelirken bir şey ister misin? Markete uğrayacağım."
Ağzımdaki lokmayı yutup, "Yok, teşekkür ederim." dedim. Bir şey demeden evden çıktı. O gittikten sonra içimde biraz üzüntü duymadım değildi. Yine de ona belli etmeyecektim. Hatalarının bedelini ödemesi, bir daha aynı hataya düşmemesi için elzemdi.
Biraz daha kahvaltı ettikten sonra sofrayı toparlayıp odama geçtim. Birkaç gün provamız yoktu, dinlenecektik. Yeni oyunumuzun tarihi az çok belli gibiydi. Fakat Kağan Bey ayrıntıları henüz bize bildirmemişti. Bizi heyecanlandırmayı seven bir yapısı vardı. Hepimiz bir araya gelince oyun hakkında bir bilgi verip rolleri dağıtacaktı. Neyse ki bu oyunda Alperen olmayacaktı, onu başka bir oyun için düşünmüştü. Bildiğim tek şey buydu. Ama sadece bu bile içimi rahatlatmıştı. Alperen'le son oyundan sonra (uzun bir süre) göz göze, yüz yüze bir oyun içinde yer almak istemiyordum.
Dün aldığım kitapları masamdan çekip yatağa bıraktım. Telefonumu da şarja koyup yüzümde koca bir tebessümle kitaplarımın yanında bağdaş kurarak oturdum. Kutulu set hariç hepsinin kapak tasarımlarını ayrıntılı bir şekilde inceledikten sonra herhangi bir sayfayı açıp taze kitap kokusunu içime çektim.
İlk olarak Shekaspeare'in İngilizce "Soneler"ini okuyacaktım. Herhalde babam, uzun süredir İngilizce kitap okumadığımı öğrenirse çok kızardı. Küçüklüğümden beri dil öğrenimi konusunda üzerime çok düşmüştü. Yine de iyi seviye İngilizce ve orta seviye Almanca dışında başka bir dil bilmiyordum. Babama kalsa en ideali dört-beş dil öğrenmekti. Fakat annem, daha fazlası için hevesim olmadığını görünce babamın bu konuda üzerime gelmesine engel olmuştu.
Kitap setini kutusundan itinayla çıkarıp ilk cildi elime aldım. Bu anı kimse bozmasın diye yapmam gereken en önemli şeyi de yapıp (telefonu kapatıp) kitabı okumaya başladım. Sayfalar birbiri ardınca akıp giderken zamanın akışını bile unutmuş gibiydim. Uzun bir süre saate dahi bakmamıştım.
***
"Kardelen..."
"Kardelen."
"Kardelen! Uyan!"
Tatlı bir uykunun en derin anında beynimi tırmalayıp duran ses, irkilerek gözlerimi açmama sebep olmuştu. Hazal, az önce sarstığı omzumu bırakmış, gözlerinde biriken parıltıyla bana bakıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kardelenler Üşümez mi?
SpiritualBen, o adama baktım; herhangi bir adama bakar gibi değil. O ve benden başka kimsenin olmadığı bir zaman diliminde; tüm sınırlarını çiğneyerek ve uyansa asla razı olmayacağı bir yakınlıkta baktım. Parmaklarım, bastıramadığım duyguların coşkunluğuyla...