Her şey bir adamı sevmekle başladı, demeyeceğim. Her şey bir adamın hayatımı hoyratça alıp götürmesi ile başladı. Dizginleri benim elimde bulunmayan, üzerinde tek bir kelâm hakkımın bile bulunmadığı bir hayata benzetiyordum artık ömrümü. Uğruna yaşayabileceğim bir anlam kalmamış gibi, her şey karanlık bir boşlukta süzülüyor gibi, yeni yeni sancılara gebe kalmaya mecburmuş gibi... Ben, artık anlamımı yitirmiştim. O karanlık koridorun sonunda cılız bir ışığa dair hiçbir iz yoktu. Ümit ışığı olacak ufacık bir hüzme bile. Sık sık pencereden aşağı bakmamın ve ölümümü hayal etmemin tek sebebi buydu.
Ölmek, nasıl bir duyguydu?
O karanlık günden daha az acı verici olduğuna neredeyse emindim.
Yine de yapmak istediğim şeyden emin olduğum söylenemezdi. Fakat bu 'yaşamak' da benim nezdimde 'yaşamak' değildi.
Her gün ölmek yerine bir kere ölmek...
Pencereden aşağı bakarken artık bir tek ölümü düşünüyordum. Bana katacaklarını ve benden alacaklarını. Gerçi artık benden alacağı ne kaldı ki? Artık sadece bir cesetten ibaretim. Nefes almak zorunda olan bir ceset. Ve o ceset, bu dünyada kendine bir yer edinemiyor. Edinemeyecek.
Sümeyye, kapımı çaldığında ve iznimi alıp odama girdiğinde; bana yaklaşarak elindeki meyve tabağını yatağımın kenarına koydu. O esnada zihnimde kurduğum her plandan habersizdi. Kabukları doğranmış ve özenle dilimlenmiş elma parçalarına baktım. Üzerimdeki ince örtüyü göğsüme kadar çekip sırtımı pencereye yasladım.
O dehşetli günden sonra yaptığım tek şey örtülere bürünmekti. Bir utancı gizlemek ister gibi, üzerime sinen o pis koku sanki hâlâ geçmemiş gibi, biri dikkatle baksa onun hoyrat ellerini bana dokunurken görecek gibi tuhaf bir korkunun tesiri altında örtülere bürünmek... Yapabildiğim en iyi şey buydu.
"Senin için doğradım. Bu aralar hiçbir şey yemiyorsun. Hatırım için yesen?"
Ablasınınkilere benzeyen yeşil gözlerini irice açıp mütebessim bir çehreyle bana bakarken: "Bir şey yiyince..." diye mırıldanarak konuştum. Uzun bir sessizliğin ardından sesim çatallı çıkmıştı. "midem bulanıyor... Teşekkür ederim."
İç çekip başını salladı. Sol omzundan göğsüne düşen yazmasının ucunu tekrar omzuna atıp esmer yüzünü yere eğdi. Tedirginlikle yatağın ucuna oturdu. Aynı tedirginlikle dudaklarını aralayıp: "Kardelen..." dedi. "İyi misin?"
İrili ufaklı korkular asılı olan çehresi, yeniden söze girince daha bulanık bir ifadeye büründü. Daha bulanık ve korku dolu.
"İki haftadır iyi değilsin. Biliyorum. Ablamla korkmaya başladık... O da hastaneden döndüğümüz günden beri sürekli seni soruyor. Odandan çıkmıyorsun. Birkaç lokma dışında bir şey yemiyorsun. Geceleri çığlık çığlığa uyanıyorsun. Artık senin için endişelenmeye başladık. Bir derdin varsa bize anlatabilirsin. Biliyorsun, değil mi?"
Onu hiç duymamış gibi aklımdan dilime hesapsızca dökülen bir soru sordum:
"Sen hiç anlamını yitirdin mi?"
Önce şaşırdı. Anlamamış gibi baktı yüzüme. Sonra düşündü. Uzun sayılabilecek bir vakit düşündü. Burukça gülümsedi.
"Eskiden... evet. Ama uzun bir süredir hayır. Yitirilecek bir anlam edinmedim çünkü."
"Ya zannettiğin gibi değilse? Ya bir gün yitirilemez sandığın o anlam elinden kayıp giderse? O zaman ne yapardın? Yaşamak ister miydin? Seni hayatta tutan anlamı yitirdiğinde... Her şeye rağmen mücadele eder miydin Sümeyye?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kardelenler Üşümez mi?
EspiritualBen, o adama baktım; herhangi bir adama bakar gibi değil. O ve benden başka kimsenin olmadığı bir zaman diliminde; tüm sınırlarını çiğneyerek ve uyansa asla razı olmayacağı bir yakınlıkta baktım. Parmaklarım, bastıramadığım duyguların coşkunluğuyla...