Jeongin konuşmuyordu. Annesinin yanına girdikten sonra ve kafasında gördüğü kocaman beyaz sargıdan sonra ettiği birkaç kelime de yok olmuştu. Etrafta ruh gibi geziyordu. Okula gidiyordu, oturuyor ve dönüyordu. Öğretmenleri ve arkadaşları önceden yerinde durmayan çocuğa acıyan gözlerle baktıkça daha da küçülüyordu. Jeongin'e göre annesi ölmüştü ve geri gelmeyecekti. Artık o neşeli çocuk olmasına da gerek yoktu.
-
"Jeongin, hadi ablacım, okula gitmemiz gerekiyor. Bende gitmek istemiyorum ama annem gitmemizi isterdi."
Annem lafını duyduğu gibi döndü ablasına. Annesi okula gitmesini ister miydi gerçekten? Annesi olmadıktan sonra okula gitmenin bir anlamı yoktu. Ablası neden okula gitmesi için ısrar ediyordu? Annesi yoktu, ölmüştü. Annesi geri gelmeyecekti, annesi, annesi, annesi...
"Duymuyor beni büyükanne. Yine kitlendi bir yere. Konuşmuyor da. Okula bende gitmek istemiyorum ama babam gitmemiz gerektiğini söylüyor. Büyükanne sen konuş bir de."
Bayan Lee, karşısında duran genç kıza baktı. Minho'nun uzun saçlı versiyonuydu, aynısıydı. Gözleri dolmuştu, Minho'nun bir zamanlar yalvarmaları gibiydi. Öyle yalvarıyordu şimdi de Hiwa.
"Tamam ben onu hazırlayacağım. Git sen toparlan, baban hastaneye gitti. Sizi okula ben bırakacağım."
-
Oğlunun düştüğü merdivenleri ağır ağır çıktı yaşlı kadın. Çokta yaşlı olmasa da eşi öldükten sonra, oğluyla yaşadıklarından sonra çöküp gitmişti. Şimdi ise oğlunun yavrularının yaşadıklarıyla daha da çöküyordu.
Odaya girdiğinde yatağında sessizce oturan torununu gördü. Belki dünyada gördüğü en neşeli çocukken bir anda sessizleşmişti Jeongin. Konuşmadan duramayan çocuk, annesinin aldığı tilki ile yatağında oturup kalmıştı.
"Jeongin, hadi oğlum okula. Ablan da gelmiş. Hem sevdiğin yemekten yaptım bugün yanına."
Jeongin büyükannesini duyuyordu ama kelimeler ağzından çıkmıyordu. Onun en sevdiği yemek annesinin yaptığı yemeklerdi, o yüzden büyükannesinin yapmasına imkan yoktu.
"Anneni üzüyorsun Jeongin. Kalkıp okula gitmelisin."
Jeongin karşısındaki kadının üzülmediğini düşündü. Geldiğinden beri ağlamamıştı bile. Annesi çok şanssızdı, annesi onu sevmiyordu.
Boş bakışlarla karşılaştıkça sinirlendi Bayan Lee.
"Yeter Jeongin. Aşağı iniyorum. 5 dakikan var. Babana da söyleyeceğim. Aşağı iniyorsun şimdi. Yoksa evde tek kalırsın."
Evde tek bırakmayacak olsa bile küçük çocuğu korkutmuştu bu durum. Annesinin öldüğü bu evde tek başına kalamazdı. Yataktan fırladığı gibi aşağı indi. Okula gitmek evde tek kalmaktan daha iyiydi. Hem arkadaşları ona acıdığı için kimse de onunla konuşmuyordu. Jeongin bir günde büyümüş gibiydi.
-
"Sence bir çocuğumuz olur mu Ji?"
"Sana benzeyen bir erkek çocuğu. Hayır, hayır. Bir kız. Uzun saçlı, güzel bir kız. Hayali bile güzel Min."
Derin bir nefes verdi Minho.
"Hiwa. İsmi de Hiwa olur."
-
Yoğun bakımın kapısından ayrılmıyordu Chan. Minho uyanırsa hemen yanına koşacak ve bir an bile olsa ayrılmayacaktı yanından. Minho 9 gündür yoğun bakımdaydı. Chan 9 gündür hastaneyi evi yapmıştı. Eve gidiyor, 1 saat çocukları görüyor ve geri dönüyordu.
Çalan telefon sesiyle kendine geldi. Sık sık dalıyordu. Bayan Lee arıyordu.
"Buyrun Bayan Lee."
Çatallı çıkan sesle derin bir nefes aldı kadın.
"Çocuklarla ilgilenmen gerekiyor Chan. Minho yatıyor orada işte. Jeongin hiç konuşmuyor, Hiwa ise gittikçe asileşiyor. Gel de çocuklarınla vakit geçir. Minho'nun uyanacağı yok."
Kadının sözleri zehir gibiydi. Duygu yoktu, hiçbir şey yoktu.
"Kocamı bırakamam. Çocuklarla da daha fazla ilgileneceğim."
"Daha fazla değil Chan. O bile yetmez. Bir baba olarak başlarında durmalısın. Minho ölürse ne yapacaksınız?"
Minho ölürse, ölüm. Chan'ın nefesi kesildi.
"Cevap ver. Bak şöyle yapalım. Ben kalayım hastanede. Kalmama gerek yok ya, neyse. İçin rahat olsun. Sende çocuklarla kal. Jeongin'in beni veya Hiwa'yı dinleyeceğini sanmıyorum."
Hiç istemiyordu. Ama kadının sözlerinden de mecbur olduğunu anlıyordu. Oğlunu gördüğü 1 saatte konuşmamasına dikkat etmemişti bile. Chan Minho'yu gördüğü ilk andan beri onu hayatı yapmıştı, şimdi ondan başka bir şey düşünemiyordu bile.
"Tamam Bayan Lee. Hastaneye gelin lütfen. Siz gelince çıkarım. Çocukları okuldan alırım."
"Evet, öyle yapmalısın. Oğlunun sana ihtiyacı var."
"Kızımın da Bayan Lee. Kapıyorum."
-
Chan ilk önce ilkokulun önünde durdu. Oğlu okuldan yavaş yavaş çıkıyordu. Hava buz gibiydi, ancak montunun önünü iliklememişti, atkısı, şapkası yoktu. Soğuğu hissetmiyor gibiydi. Chan hemen arabadan indi. Kendisi çökerken başka kimseyi görmemişti. Minho ölürse oğlunu nasıl toparlayacağını bilmiyordu."Jeong, bebeğim. Ben geldim. Hadi gel bakalım, ablanı almaya gidelim."
Küçük çocuk kafasını kaldırdığında annesini hayal etti orada. Annesi daha 1 ay önce kendisini ve ablasını alıp sinemaya götürmüştü onları. Ama annesi burada değildi şimdi. Babası buradaydı. Ayaklarını sürüye sürüye arabanın yanına ulaştı. Kapıyı açtı, çantasını koydu ve arka koltuğa oturdu. Chan oğluna hayretle baktı. Minho o odaya kendiyle birlikte oğlunu da kapamıştı.
-
Hiwa'yı da alıp eve gelmişlerdi. Hiwa konuştuğu için şanslı hissetti kendini Chan, bir de çocukları Minho'ya benzediği için. Çocuklarını gördükçe Minho'yu görmüş gibi oluyordu.
"Karnım acıktı baba. Büyükannem yok mu?"
Hiwa merdivenlerden inerken babasına ve yanında oturan küçük kardeşine bakarak konuşmuştu.
"Hastane de, Minho'nun yanına gitti. Yemek içinde sevdiğiniz pizzacıdan pizza söyleyebiliriz. Sonra da film izleriz. Ya da oyun oynayabiliriz. Hani şu kutu oyunu, yeni almıştık. Minho çok istemişti."
Jeongin ağzını açtı cevap vermek için. Annemsiz oynamak istemiyorum, annem dışarıdan yememize kızar demek istiyordu. Ancak küçük çocuktan sadece burun çekme sesi geldi.
"Baba, pizza söyleyelim. Oyunu da annem gelince oynarız."
Hiwa'nın konuşmasıyla gülümsedi Chan.
"Tamam pizza söylüyoruz."