Fakirlik ve zorluklarla mücadele ettiğimiz, yıllara meydan okuyan, çamur ve taş kıvrımlarıyla adeta ayakta durmaya çalışan bir gece kondu düşünün. Dış cephesinin yıpranmışlığı, geçmişin yaşam mücadelesini taşıyordu. Sağlam olmaya çalışan çatısındaki kiremitler, fırtınadan korunma umuduyla yarım kalmış bir kalkan gibiydi. İçeriye her adım attığımda yoksulluğun belirgin izlerini taşıyan mobilyalar, zaten yaşanmaz olan evimizi daha da yaşanmaz hale getirmişti. Kırık dökük ahşap sandalyeler ve masa, zamanın ağırlığı altında bükülmüş, eski perdeler artık bakımsız bir şekilde sallanıyordu. Mutfağımız zorlu hayat koşullarının bir yansımasını andırıyordu. Yıpranmış çamaşır ipi, geçmişin hikayesini anlatıyordu adeta. Bahçede çocukluğumun geçtiği girintili çıkıntılı avlusu, fakirligimizin etkilerini taşıyan ayak izleriyle doluydu.
Bu ev sadece sıradan bir çocuk olarak büyümenin getirdiği zorluklarla dolu değildi benim için, annemin bana karşı olan sevgisini gün ve gün yitiriyor olması, her geçen gün üvey babamın bana karşı tutumunun değişmesi gibi sorunlar içimi saran karanlık bulutların yalnızca bir parçasıydı. Hayal meyal hatırlıyorum, bir zamanlar babamla olduğum bu evin avlusu çiçek bahçeleri gibi rengarenk ve canlıydı.
Ben ķüçükcük bir çocuktum. Hangi gururu incitebilirdim. Bedenimde ya da ruhumda ne gibi bir kusur vardı da annem bana nasıl böyle soğuk ve bir o kadar alakasız davranabiliyordu?
Çocukluğum her şeyden habersiz, gençliğim ise tam bir kabus gibi geçiyordu. Oysa ben, herkesi sevmek için ve sevilmek için yaratılmıştım. Karşılık görmemiş duygular bazı insanlarda kin ve öfkeye dönüşürmüş. Acaba annem bu yüzden mi beni sevmiyordu? Bunun ölen babamla bir ilgisi olabilir miydi? Annemin iliklerime kadar hissettirdiği bu sevgisizlik, yeni acılar ve yeni korkular, bedenimin tüm hücrelerini ele geçiriyor, her gün bir önceki günden daha fazla içimi kemiriyordu. Oysa ben masmavi gökyüzünün altında huzur bulan, elinde çiçek kokusu, kalbinde sevgi taşıyan bir çocuktum. Yağmurdan sonra yol kenarına sürüklenen bir sümüklü böceği bile incitmemek için avuçlarımın içine alır, tekrar yeşil çimenlerin içine bırakırdım yaşasın diye...
Evin içinde öyle önemsizdim ki, dışarıda arkadaşlarımla konuşurken bile kendimi ezik hissederdim. Aklınıza gelebilecek her şey yasaktı bu evde. Yerli yersiz yasaklar, çocukların tutkularını büyük olan insanlardan daha fazla güçlendiriyor sanırım.
Arkadaşlarım akşamları saklambaç oynarken, onları kırık dökük penceremden sadece izleyerek ve şen şakrak gelen seslerine heyecanlanarak geçirirdim yaz tatillerinde günlerimi. Ben yalnızca, peçete ve su satarak üvey babamın istediği üzere eve para getirecek kadar sokakta kalabilirdim. Kim bilir, belki de akşamları diğer çocuklar gibi dışarıda olamadığım için, kitaplara ve derslerime sıkı sıkıya sarılmıştım. Annem ve üvey babamın garip seslerini duymamak için radyoda bir müzik açarak çalışırdım derslerime. Evet, çocukluğumu yaşayamamıştım. Şimdi ise gençliğim ve hatta geleceğim ve hayallerim çalışıyordu. Ellerimde bahar kokusu tükenmesin istiyordum, ancak çiçeklerim bu evde bu insanlarla günden güne soluyordu. Hangi anne çocuğuna böyle hissettirir ki?
Annemin benden, sevgisizlikten öte nefret ediyor düşüncesi, kendime karşı olan güven duygumu ve tüm kişiliğimi ele geçiriyordu. İlkokulda arkadaşlarımdan önce okuma yazma öğrenmem ve evdeki tüm bu olumsuzluklara karşı daima başarılı olmam, öğretmenlerimin gözünde aslında benim iyi bir öğrenci olduğumu gösterse de, bu durum kendime olan öz güvenimi toparlamama yetmiyordu. Bir çok hastalık sızmıştı sanki vücuduma. Ruhum cılız, ancak bedenim demir bir zırha dönüşmüştü. Sırf düşünmemek için o kadar çok okuyor ve o kadar çok yazıyordum ki, bütün boş olan zamanlarımı yazarak unutmaya ve kendimi rahatlatmaya adamıştım. Gençliğimin en güzel yıllarında, sanki hayatta tüm evrelerini tamamlamış bir ihtiyardım.
Okula giderken annem, sabahları beni yolcu etmek için hiç kalkmazdı. Nasıl kalkabilirdi ki! Geceleri geç yatar, bir masa kurulur ve neredeyse gece yarılarına kadar o masada otururlardı. Elimde neredeyse boş bir beslenme çantasıyla evden çıkıyordum. Akşamdan ekmek poşetinin içinde kalan son ekmek ve dolapta bulduğum domates peynir. Bunu neden yapardım bilmiyorum. Belki de o beslenme çantasını alıp, sırf sınıfta mahcubiyet yaşamamak için. Oysa arkadaşlarımın pek çoğu bol yiyecek ve meyve getiriyorlardı. Aramızdaki bu farklılık bana acıların en derinini yaşatıyordu. Çantalarının içine koyulanlar değildi beni üzen, ailelerinin onlarla olan ilgileriydi...
Hatta hiç unutmuyorum, bir akşam beslenme çantama koyacak bir şeyler için dolaba bakarken "Burada ne yapıyorsun?" diye sormuştu üvey babam. Ona okul için çantama koyacak bir şeyler baktığımı söyledim. Bana inanmadı. "Hadi oradan yalancı, hep aç bir fare gibisin, hep açsın sen aç" diye bağırdı bana. Annem geldi içerden, derken yine bir gürültü koptu evde. Arkamdan sinsice gelişini ve o geceki korkuyu hiç unutmuyorum. Yarı aç, yarı tok yaşıyordum oysa. Yeterli besin alamadığım için sınıf arkadaşlarımın arasında minicik kalmıştım. Onların arasına katılamıyordum, farklıydık utanıyordum. Oynadıkları oyunlara bile eşlik edemiyordum. Sanki, onlarlarla oyun oynamaya bile hakkım yoktu. Bu oyunlara katılabilmek için bile, onlar gibi olmak gerekiyordu. Pek çoğu varlıklı ve şımarık çocuklardı. Zengin olmayan benim gibi çocukları da, kendilerine yalakalık yapmak şartıyla aralarına alırlardı. Fakat ben, onlar gibi olmak ve onlar gibi davranmak istemiyordum. Yalaka olmaktansa yalnız kalmayı tercih ederdim ki, zaten böyle bir şeyi istesemde başaramazdım...
Her yıl bir üst sınıfa geçerken, yıl sonu başarı belgesi getirsem de, ne kutlayıp tebrik edecek, ne de beni sarıp sarmalayacak bir ailem yoktu. Ne acılar gizliydi bu korkunç yalnızlığın içinde!
Yüreğimi tümden kara bir bulut gibi kaplayan bu duyguları anlatabildiğim, kendimi yanında mutlu hissettiğim tek arkadaşımdı Metin. Her karamsarlık anımda Metin' e sarılır, hıçkıra hıçkıra ağlardım. O, benim bu hayatta tutunabildiğim tek dostum, hatta dosttan da öte herşeyimdi. Yıllar yılları böyle kovaladı. Aynaya bakmak, utanç verici bir deneyim gibiydi. Her genç kızın bu yaşlarda aynaya bakmaktan keyif aldığını biliyordum, ancak benim için durum farklıydı. Diğer genç kız arkadaşlarım gibi, bedenimdeki değişiklikleri keşfetmekten zevk alacak yerde, benim için bu bir işkenceye dönüşmüştü. Her defasında aynada kendimi görmek, kendime olan öz güvensizliğimi ve içimdeki rahatsızlık dalgasını tetikliyordu. Yaşıtlarıma göre de bir hayli cılız kalmıştım. Ama cılız olmasına rağmen vücudumdan daha belirgin büyüyen gögüslerim beni rahatsız ediyordu. Bu kırık dökük aynaya her baktığımda kendimde daha fazla kusur buluyordum. Düzensiz ve bakımsız saçlarım, kansızlıktan solan tenim. Aynadaki yansıma, benim en iyi dostum değil, düşmanım gibiydi. Sanırım aynalarla barışık olmak için, insanın önce kendisiyle ve hayatıyla barışık olması gerekiyordu. Fakat ben ne hayatımla ne de kendimle henüz dostluk ve bir tanışma kuramamıştım. Bugün tam on dört yaşındayım. Hüzün ve acının en büyüğünü yüklenmiştim ruhuma. Bir kız hayal edin ki, ne mutluluğu, ne hüznü, ne de duyguları gerçek anlamıyla yaşayamamış...
Genç kızlığa geçerken hayatımda ve vücudumda olan değişimleri keşfedemeyecek kadar çaresizdim.
Ve, bu çaresizlik, bir virüs gibi yayılmıştı hayatıma.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
SARMAL 'Bir Hayalim Vardı,
PertualanganBir sevgi siz de ne ifade eder? Bence sevgi, bir insanın kaderini ve kişiliğini şekillendiren tek gerçektir... Üvey bir babayla yaşamak zorunda kalan, ve bu süreçte anne sevgisini hiç göremeyen genç kızın hüzün dolu hayatı. Kitabı okurken, içinde...