Bazı harfler dans etmiş,
Dizilmiş bir kağıt üzerine.
Benim sonumu getirmiş,
Birkaç kalple birlikte.Yazılan, söylenen, duyulan, var olan her şeyi bizim onlardan çıkardığımız anlam belirlerdi. Yazılanı yazandan, söyleneni söyleyenden dinlemediğimiz sürece tam olarak doğruya ulaşmış sayılmazdık. Çünkü kimin nerede, neyi kastettiğini anlamak mümkün değildi, farklı olan her insan farklı düşünürdü.
Misal, en basit şekille örneklendirecek olursak, “Su” denilince birinin aklına denizler, göller, dereler gelirken bir başkasının aklına yaşamına devam edebilmesi için ihtiyaç duyduğu kaynak gelebilirdi. Ama kimse bunu, “Su” diyene sormadığı için herkes kendi aklında canlananla anlamaya devam ederdi. Belki o kelimeyi söyleyen bir kişi tamamen başka bir şeyden bahsediyordur, işte bunu ondan dinlemediğimiz sürece anlayamazdık.
Hayatımızı anladıklarımız, düşündüklerimiz ya da anlamak istediklerimiz yönlendirirdi.
İnkar edemezdim, olaylar benim için de her zaman bu şekilde olmuştu. Çarklar aynı biçimde dönmüştü her zaman. Sistemin de bozulmamasının nedeni buydu bir nevi. Ama artık bazı şeylerin değişme vakti geldi ve hatta geçmek üzereydi. Neler döndüğünü anlayacaksak, bazen kendimizden ödün vermemiz, değişime açık olmamız gerekirdi. Farklı fikirlere de zihnimizde yer vermeli ya da en azından onları misafir etmek için bir çaba sarf etmeliydik. Bu şekilde en azından farklı bir bakış açısına sahip olabilirdik.
Yatağımda bağdaş kurmuş bir şekilde otururken elimdeki üç zarfa baktım. Üçünü de üzerlerindeki tarihlere göre dizdim ve sırayla açmaya karar verdim. Büyük bir heyecan, gizlenen bir ürperti ve ortaya çıkmayı bekleyen gözyaşları sığınıyordu içimde.
Derin bir nefes alıp, cesaretimi topladıktan sonra çok bekletmeden ilkini açtığımda, gözlerim önce eskimiş bir fotoğrafla buluştu. Fotoğraf karesinin içinde kundağa sarılmış çok küçük bir bebek vardı. Fotoğrafın arkasını çevirdiğimde doğum günüm olan 24 Haziran 2004 tarihini ve aklıma kazınmış el yazısıyla yazılan ‘Kızımız’ yazısını gördüm. Adımın altınaysa bir yazı daha yazılmıştı ama üzeri karalandığı için harfleri seçmek mümkün değildi.
Fotoğraftaki küçük bebeğe baktım, bendim o. Daha önce hiç böyle bir fotoğrafın varlığından haberdar değildim. Şefkatle gülümseyerek başparmağımla okşadım küçük Sedef’i. Orada her şeyden habersiz bir şekilde uyuyordu. Nereden bilebilirdi ki başına böyle şeylerin geleceğini? Büyümek bu muydu sahiden?
Usulca fotoğrafı bir kenara bırakarak zarftaki kağıdı çıkardığımda, onun da en az fotoğraf kadar eski olduğunu fark etmiştim. Bunun kanıtıysa yazıların oldukça silikleşmesi ve kağıdın soluk renklere bürünüp, yıpranmasıydı. Buna rağmen yazıları okumak zor değildi. Çünkü özenle yazılmış ve aynı özenle de saklanmış gibiydi.
Mektupta şöyle yazıyordu:
Sevgili İlk Aşkım Harun,
Sözlerime nasıl başlamam gerektiğini bilmiyorum. Şu an uzaktasın, bunu çok iyi biliyorum. Kavuşacak mıyız, işte buna emin olamıyorum.
Defalarca yazdım aslında sana, ne var ki cesaret edemedim yollamaya. Yazdım, sildim, bazılarını çöpe attım... Ama hissedebiliyorum, artık zamanı geldi. Mektuplarım buluşmalı artık seninle. En azından bu şekilde bir nebze de olsa kavuşmuş gibi hissedebiliriz.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
GERÇEĞİN GÖLGESİNDE
AcakNefes alıyorduk ve veriyorduk. Bu süreç devam ettikçe hepimiz yaşıyorduk. Yaşadıkça çoğalan anılarımız, her birimize farklı seçenekler sunuyordu ama hiçbirinin sonunu öngöremiyorduk. Her bir seçenek, bize birer nokta oluyordu. Birer dönüm noktası. B...