Bölüm 1- Gözlerdeki Perde-

32 3 43
                                    

"Onun yangınında alev olmak değildi mesele, asıl olan içindeki okyanusta cayır cayır yanmaktı. Balıkta ağlardı en nihayetinde, denizin ruhu duyar mıydı?"

️⛓️⛓️

Hayat birden çok kilit notları ile doluydu. Attığımız her adım, gördüğümüz her kişi ve hatta düşündüğümüz her ihtimal bambaşka bir hayatın, bambaşka bir sokağına adapte ederdi bizi. Fark etmesi bazen ayları kovalardı, bazen yılları. Gözümüzün hemen önüne serilen o zifiri karanlık perdeyi açmak için debelendiğimiz zamanlar, o perdeyi sıkı sıkıya tutup, bir damla ışık huzmesine müsamaha göstermediğimiz anlarımıza şahitlik ederdi.

Perde bir kalkandı, ışıksa ateş. Kim isterdi ki yanmayı?

Oyunlar oynardı kilitler bizimle, anahtarları elimizde değilmişçesine. Sadece isimler değişirdi, piyon her defasında kendimiz olarak kalırdık. Hatta kimi zaman yanından geçip gittiğimiz sayısızca insanı, saniyelerin birbirine girdiği savaşların sonrasında elde ettiği mağlubiyetle, bir başkası olarak karşımıza çıkarırdı.

Bu, oyunun henüz yazılmamış bir kuralından ibaretti.

Hemen solumda oturan siyah saçlı kadın, karşımdan koşar adımlarla geçen esmer, uzun boylu adam ve sokağın köşesindeki arabasının içinde durarak dakikalardır beni izleyen takım elbiseli, sağ elindeki pusula dövmeli adam... Kim bilir hangi mağlubiyet sonucunda karşıma bir sıfata bürünüp çıkacak ve ben onları ilk defa gördüğüme dair kendime yeminler edecektim.

Oyunun adını tesadüf koyup, tecrübelerin bezendiği yolları geçecektim.

Çakan şimşek bakışlarımı tekrar yola çevirirken biraz olsun kafama es verdim. Son on dakikadır, iki dakika sonra geleceği bahsedilen otobüsten ümidi kesip başıma şapkamı geçirerek yürümeye başladım. Kulaklığımda mırıldanan şarkının eşliğinde her bir damla ritimlerime ayak uyduruyordu.

Gökyüzü ağlıyordu. Belki üzüntüsü doldurmuştu bulutlarını, belki de sızlayan acısı. Bizse bunu merak dahi etmeden, düşen damlalara minnet besliyorduk.

Bu, belki de bu dünyanın en acımasız ama bir o kadar da göz ardı edilen denklemiydi.

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes daha aldım, yolun yarısına gelmiştim. Birkaç çukur yolu ve gri havaya inat hala bembeyaz duran ayakkabılarımla yedinci sokağı arkada bıraktım. Elbisemin durumuysa o kadar iç açıcı değildi. Şayet evden çıkarken rengi mordu, şu ansa koyu olan her renkle yarış içindeydi.

Annem beni ciddi anlamda mahvedecekti.

Evimize giden yollar yokuş olduğundan ve ben o yokuşu gökyüzü ağlarken asla tırmanmayacağımdan uzatma yollarla etrafından dolanıyordum. Bu sadece fiziksel güvenle alakalı değildi. Kendimce ağlayan gökyüzünü biraz olsun yalnızlığından kurtarmaya çalışıyordum. Herkesin ağlarken birine ihtiyacı olurdu, buna gökyüzü de dahildi.

Çünkü gözlerimden henüz inmeyen perde herkesin aksine onun yalnızlığını inadına örtemiyordu.

Karşıya geçip kaldırımın sol kısmından yürümeye başladım. Ardı ardına bir sürü araba ve sıkışan trafik beni kendi düşüncelerime daha da itiyordu. En azından orada sadece ben saçmalayıp, sadece ben istediğim sürece hava kararıyordu. Kalabalık yoktu, umutsuzluk iki dudak arasındaydı.

En önemlisi de dünyam, diğerlerinin dünyası kadar acıya boğulmuyor, nedenler ararken sonuçlarda kaybolmuyordu.

Cebimdeki telefona gelen rastgele bildirimler kendini titreşimiyle belli ederken olduğum yerde durup ekranı açtım. Tahmin ettiğim gibi annem değil, bilinmeyen bir numaraydı. Ve mesaj düz bir cümleden ibaret değildi.

Mum Işığı KülleriWhere stories live. Discover now