Kayıp

76 17 3
                                    

Geçen dakikalar, annemle konuşmalarımda yavaşça dikkatimi toplamamı sağlıyordu. İlk geldiğinde ona ne yaptığımı veya nasıl karşıladığımı hatırlamıyorum. Ona kapıyı açtım, kocaman gülümsemesiyle bana sarıldı ve sonra onsuz hayatın nasıl olduğu konusunda bir şeyler söylemeye zorladı. "Güzeldi," dedim aklımı toplayamamışken. Bunu söyledikten sonra uzun uzun tükürerek konuştu ve ben o arada onu hiç dinlemedim.
Ah, ona onsuz bir hiç olduğumu söylemeliydim.

Peter nerede.

Allah'ım, nereye gider? Dışarı çıkmışsa insanlarla nasıl baş edeceğini bilmiyordur; belki de kaybolmuştur. Bildiği tek yer onu ilk görüştüğümüzde götürdüğüm kafe olmalı. Ya oradaysa?

"...artık gerçekten anlaşılmıyor. Yani bir şu duruma bak."

"Anne." sözünü kestim, "Unuttuğum ödevimin unuttuğum parçası aklıma geldi, kırtasiyeye gitmeliyim."

"Hiçbir yere gidemezsin." sesi yüksek çıkmıştı. "Bu ödevi yapmayacaksın! Gerekirse yarın okula da gitmeyeceksin!"

"Anne!? Dönem ödevi!"

"Ödevi bugün götürdün farz et. Eksik parçayı koyma." Umursamaz tavırlarıyla bana işkence ediyordu. Şimdi arkasını  dönmüş çubuk makarnaları kırıyor ve tuz ekliyordu, sonra durup ellerini yıkıyor ve buzdolabından domatesleri çıkarıyordu. Hiç konuşmamışız gibi.

Orada oturmuş kambur şekilde ona boş gözlerle izliyordum. O boş bakan gözlerimin arkasında, öfke damarlarımda yükseliyor ve başımı ağrıtıyordu. Bu beni cezalandırma şekliydi; normalde izin vereceği şeylere asla izin vermemek. Tek bir geçerli nedeni bile olmadan, sırf o istemiyor diye -benim için önemli olan- bir şeyi yapamamak. 

Bazen annemden nefret ediyorum.

Odama giderken, duyduğumdan emin olacak kadar yüksek bir tonla ve kendisiyle konuşurmuş gibi söyleniyordu; "Sen gel beni dinleme, bir de geldiğim ilk andan beni susturmak için 'kırtasiyeye gideceğim' diye lafımı böl.  Güzeldi'ymişmişmiş. Güzel olduğunu görüyoruz şu evin haline bak! Yastıkları bile toplamamışsın tabii güzel olur! İnsan bari bardakları makineye koyar!! Hadi 'evle ilgilenemedin, ödevini yaptın' der anlardım. Ama ödevi de yarım yapmak hatta unutmak ne demek! Senin başka sorumluluğun mu var bu dünyada!..."

Kapımı kapatıp kulaklığımı taktım ve onun rahatsız edici sesinden kurtuldum.

Normalde şu durumda, müzik dinleyerek uyur veya bilgisayarımda dizi izlerdim. Yemek vaktine kadar da asla odamdan dışarı çıkmazdım. Bir süre asık suratımla annemi bu boş evde huzursuz ve yalnız hissettirirdim; bu benim için sorun olmazdı. Telefonumun ve bilgisayarımın başında konuşabileceğim binlerce insan vardı. Annemin ise sosyal medya hesapları yoktu.

Fakat bir yerlerde bana ihtiyacı olabilecek bir Peter düşüncesi, bu hareketleri bencilce kılıyordu. Eğer tahmin ettiğim yerlerdeyse, hemen şuan bana ihtiyacı olabilirdi. Belki de beni bekliyordu. Bir sokağın köşesinde veya bir kafenin arka masalarında beni düşünüyordu.

Bu düşüncelerle kalkıp sevdiğim grup amblemi olan tişörtümü giydim. Sırt çantama biraz para, bir hırka ve bir şişe su koyarak odamdan çıktım. Mutfağın kapısında durup, kulaklığımdan gelen müziğe ara verdim.

"Ben gidiyorum."

"Nereye?" sesi öyle soğuktu ki soru soruyor gibi bile tonlamamıştı. Dümdüz ve ilgisiz bir nereye.

"Kırtasiyeye," aynı tonda yanıtladım."Anlamadın galiba ama bu önemli. Gerçek bir nedenin olmadıkça şuan dışarı çıkmamamı isteyemezsin. Hemen geleceğim zaten."

Cevabını beklemeden kapıya ulaşıp anahtarı çevirdim ve giymesi en kolay olan converseleri paspasa attım. O tam birşeyler diyecekken, bunu duymamış olmak için kapıyı hızla arkamdan kapattım. Gelip kapıyı açarak tekrar söylenmemesi için asansörü olduğum katta değil de merdivenlerden inip bir aşağıdaki katta beklemeye başladım. Tahmin ettiğim gibi, kapının açılış sesini duydum. Sonra tekrar kapanmasını... Gittiğimi düşünmüştü ve söylenecek kimsesi kalmamıştı. Ya da ceza verecek.

Bu anneme ilk baş kaldırışımdı ve eminim böyle kolay bitmeyecekti. Eve geldiğimde o 500 kompozisyonluk konuşmasını yaparken, ağzımı bile açamayacaktım. Dahası bunun kaç gün süreceğini ve hangi yasaklamaların izleyeceğini, Allah biliyordu.

Caddeleri tek tek geçerken rüzgar yüzüme sertçe çarptı. Uçuşan tozlar yüzünden gözlerimi kısarken, karşıdan karşıya geçmek zorlaşıyordu. Burada Eylül ayının ortalarına kadar denize girer ve Nisanın ortalarına kadar kar yağmasını normal karşılardık. Mevsimlerin geçişi her sene gecikirdi. Bu yüzden de sevdiğim her meyvenin sezonu daha da kısalır ve şanssızsam yiyemeden biterdi. Keşke şuan en büyük sorunum bu olsaydı.

Çantamdan hırkamı çıkarıp giydim. Yolum azalmıştı ama adımlarımı hızlandırmıyordum. Herhangi bir yerde yolun devamını unutmuş, oturuyor da olabilirdi. Her bankta, her durakta onu arıyordum... Kırmızı botlarını ve kıvırcığa yakın saçlarını. Belki bir yerde oturmuş, başını ellerinin arasına almış ağlarken. Ya da bir dilenciyle sohbet ederken. Bir bardak su almak istediğini ama parasının olmadığını kasiyerlere anlatmaya çalışırken. Bir kitapçının raflarına göz gezdirirken. Bir ağacın dibine işerken.

Ama sonuç olarak onu görmeyi umduğum hiçbir yerde bulamadım ve yoluma devam ettim.

Söz konusu olan kafeye gelince, kıstığım gözlerimi umutla açtım. Uçuşan saçlarımı tel tokama sıkıştırdım ve kapıyı araladım. Oturacak yer bakıyormuş gibi, masalar arasında dolanmaya başladım. Bir zamanlar beraber oturduğumuz cam kenarındaki yerde yoktu, bunu dükkana girmeden de görebilmiştim. Belki daha arka taraflarda, kimsenin oturmak istemeyeceği bir yerdeydi. Üstüme fazla dikkat çekmeden olabildiğince iyi bir göz taraması yapıp yolumu kısa kestim. Sonunda sağ arka taraflardaki bir masaya oturdum.

O yoktu.

Onu göremiyordum.

Başımın ağrısı sanki sıvıya dönüşüp gözlerimden akıyordu. Evet şimdi burada, insanlar içinde bir masada oturmuş ağlıyordum. Ama sinirlerim hiç olmadığı kadar beni ele geçirmişti ve şuan onu bulsam da boğazına yapışıp geldiği yere gönderecektim zaten. Nerede bu geri zekalı? Sadece ben eve gelene kadar biraz kıçının üstünde otursa n'olurdu sanki?

İçimden ona küfürler yağdırırken, uzun boylu garson bana tip tip bakmaya geldi.

"Bir kahve, ama kupada olsun." dedim kollarımı masada birleştirip. İyi ki rimel filan sürme alışkanlığım yoktu, daha beter görünmeye katlanamazdım.

"Kahve. Kupada." diye tekrarladı giderken. Ben de başımı salladım.

***

4 bardak kadar kahve içtim. Hayatımın kazığı olan ücreti ödemeden önce, telefonumun ön kamerasına bakıp göz çevrem ve burnumdaki kızarıklığın geçtiğinden emin oldum.

Eve dönerken kırtasiyeden onun bahanesiyle çıktığım şeyi almayı unuttum. Dolayısıyla eve gelince, nereye gittiği belli olmayan allak bullak bir kız olmuştum. Gözleri şişmiş, boş bakan ve yorgun bir kız. Belki uyuşturucu aldığımı belki daha kötü şeyler yaptığımı düşünen annemle salondaki koltuklara oturduk. O sözleriyle bana tokat atarken, ben onun oturduğu koltuktan gözlerimi ayırmıyordum... Daha o günün sabahı o koltukta uyanan, bana gülümseyen bir Peter vardı. Sonra ben onu dinlensin diye bırakıp okula gitmiştim. Sonra puf!

Belki de ben paranoyaktım. Belki de Peter hiç olmamıştı. Belki de 5 yaşında, okula başlamadan önce hayali arkadaşlarımla oyun oynadığım gibi; şimdi de Peter'ı kendi zihnimde yaratmıştım.

Aklıma her türlü düşünce gelirken zihnim kahveye aldırış etmeyip çoktan uyumuştu ama gözlerim vücuduma meydan okuyordu.

Gözlerim annemi dinliyordu. Ben düşüncelerimde kaybolmuştum.


Not: Eleştirmeyi ve oylamayı unutmayınız.^^

Paralel Evren (Askıda)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin