Kırılmak değil de, parçalara ayrılmaktı daha çok benimkisi. Bunlara göğüs ger, sonunda her şey bitecek düşüncesi de artık kurtarmıyordu. Her şey bitecek? Hayır, bu bana son derece yapay geliyordu, benim hayatımdaki tüm olaylar sonsuz döngü içerisindeydi ve hep zorluklar içinde yuvarlanıyordum. Hiç çıkış yoktu, hiç aradan girilecek yol yoktu; sadece tek seçeneğim vardı ve onunda hakkından her şey bitecek diyerek gelemiyordum. Bu düşünce daha çok benim enerji içeceğim gibiydi. Ya da her yüzümde patlayan sorunu sırtlanıp, hiç olmamış gibi yaparak, devamı gelmez; her şey bitecek, dediğim dayanak noktamdı. Uslu durmak koşuluyla vaat edilen tatlıya benziyordu, epey güzel, taze bir tatlıya. Hele birde ailem de kurtarılacaktı ki bu da pastanın üzerindeki kremaydı. Her şey bitecekti, ben de ortalıktan kaybolacaktım ve ta da, mutlu son.
Ya tabii, nerede o günler.
Kim bilir kaç asırdır hiç savaş yüzü görmemiş koruyuculardan birkaç tanesi bile canıma okurken o biraz zordu. Ben nasıl her geçen saniye güçlenen, büyüden bedenler yaratan, ölülerin bedenlerini kullanarak ordularına asker katanlarla savaşacaktım? Kafayı benden önce mi yemişti herkes? Halk birde bana Son Umut diyordu. Derlerdi tabii, benden daha kerizi var mıydı her şeyi üstlenecek? Bulmuşlardı enayiyi; güçlü o yapar, diyerek her yere beni sürüyor yapamadığımda bir güzel haşlıyor, yaptığımda da tabii yapacak, o kadar gücüm olsa bende yapardım, diyerek geçiştiriyorlardı. Bir kere bile herhangi bir başarımdan ötürü tebrik edildiğimi hatırlamıyordum. Beş Elementin Savaşçısı'ydım; bunun imkansızlığında büyülenilmek yerine canavar ilan edilmiştim. İyi dövüşüyordum, peki buna neresinden bakılıyordu? Harika, aklını yitirince daha iyi bir dövülürüz yönünden. Oysa şimdi bu becerime de muhtaç değiller miydi? Kimin umurundaydı ki. Son Umut'muş. Pöh! Halka bir haberim vardı; inandıkları Tanrı'ya dua etmeli, erzak almalı ya iyi saklanmalı, ya müthiş şekilde dövüşmeyi öğrenmeli ya da galaksi dışına kaçmalılardı. Son Umut umudunu kaybetmişti bir kere.
Eğer işin ucunda ailem olmasaydı şuracıkta bırakırdım da. Çeker giderdim. Kim durdurabilirdi ki beni? Bir ışınlanmama bakardı.
"Bella?" dedi beni dürterek korumam. "Daldın gittin yine. Aklından neler geçiyor?" Yana döndüm ve sonunda iyileşmiş gözlerine baktım. Yalan olmasın, bir ara hep kör kalacak bende elimden hiçbir şey gelmiyor oluşuna sinirlenip ormanı yakıp yıkacağım, tüm koruyucuları üzerime çekeceğim filan sanmıştım ama uyuyunca geçmişti.
Parçalanan umudumla düşüncelerimi kesip şekillendiriyorum, diyecektim ki sonra bunun çok şahane sanıldığından olsa gerek gelen geçenin başlattığı Bella'ya Uzun, Sıkıcı Ama Moral Vermek İçin Söylenen Saçma ve Çoğunlukla Tiksindirici Konuşmalar saatine gireceğimi fark ettim. Iı, hayır kalsın.
"Ateşli ve Dumanlı'yı dinliyordum." diye ilk aklıma geleni söyledim.
"Beni dinleseydin şimdi yanında konuşacak kimse olmayacaktı."
"Beni dinleseydin üzerinde yaşamını sürecek bir gezegen bile olmayacaktı."
Fırtınalı, "Ve ikiniz beni dinleseydiniz kafalarınız yarılmayacaktı." dedi.
Ateşli ve Dumanlı bunun üzerine birbirine baktı. "Ama bizim kafamız yarık değil ki zaten?" dedi ikisi aynı anda kafaları karışmış biçimde.
Fırtınalı, "Henüz!" diye kükrediğinde iki ejderha farklı yönlerde karanlığa atıldı.
Neşeli olmaktan uzak bir gülümseme dudaklarıma yerleşti. En azından ejderhalar hep aynıydı, hep savaş, kargaşa istiyor olabilirlerdi ama güvenilirlerdi; içlerinden başka bir şey gelmiyordu işte, istekleri belliydi. Daha ne olsun? Hem beni koruyorlardı da. Genel olarak beni kötü yönde etkilemeye çalışıyorlar, bedenimi istiyorlardı falan filan ama herhalde onları orada tutabilir, benim yararıma dedikleri şeyleri de kullanabilirdim. İşte her zerrelerine güvenebileceğim birileri!
ŞİMDİ OKUDUĞUN
EJDERHA PRENSES
Fantasy"Kayıp Krallık Serisi" İkinci Hikaye. Adının bile geçmesiyle korkulan, aynı zamanda da nefret edilen Prenses geri döndü. Halkının ihanetiyle tüm yaşamı alt üst olan Prenses koruması tarafından bulundu. Birçok özelliği sayesinde ırkının tarihine adın...