Size bir süpriz yapıp ilk bölümü yükleyeceğim zamandan bir hafta kadar erken yükledim. Tanıtım bana göre çok çok çok kısaydı ve hikaye hakkında çok az bilgi veriyordu o yüzden de yükledim sayılır. Neyse çok bile konuştum. Hepinize iyi okumalar, sizleri seviyorum :) xx
Leydi Josephine
Köşkün verandasında tüm telaştan uzak bir şekilde oturuyordum. Güneşli bir hava olmasına rağmen hafif rüzgar tenimi okşuyordu. Öylece, yalnız başıma oturup gök yüzünü izledim. Ne kadar yalnız olduğumu düşündüm. Kalabalığın içindeki küçük yalnız kız.
Herkes düğün telaşıyla bir yerlerde hazırlıklar yapıyordu. Yarın abim, dük Sebastian ve güzel markiz Katherine'in düğünü vardı. Herkes bu muhteşem düğün hakkında konuşup dedikodu üretmeye çalışıyordu. Bir yandan da heyecanla o günün gelmesi bekleniyordu. Yakışıklı ve zengin dük, aynı zamanda kral Henry'nin kuzeni! Bundan daha coşkulu ve güzel bir düğün olamazdı bu topraklarda. Bütün kadınlar da işte bu yüzden düğün günü kendilerini bir kaç sör veya lorda beğendirmek için çabalıyorlardı. Üstelik kral Henry ve bir kaç hizmetkarının da düğüne katılacağı haberi yayılınca anneler kızlarını kurbanlık koyun gibi satışa sunmak için hazırlık aşamasına geçmişti. Zengin ve soylu bir damat her genç kız ailesinin düşlediği bir şeydi. Sevginin parayla ilişkili olduğunu düşünenler hala vardı. Para varsa aşk da var. Ve parası olan bir damadı olursa herşeyin kendi ellerinde olacağını sanan zavallı kız anne babaları... Buna gerçekten inanıyorlar. Ne kadar paran varsa o kadar sevgi var (!). Bir dük ile aynı aileden olmanın ne demek olduğu hakkında bir fikirleri yok da ondan.
Nefesimi dışarı verdim. Düşünmek bile beni yoruyordu. Bir kaç derin nefes aldım ve kendime geldim. Düşüncelere salmak yerine sadece etrafı izledim. Gözlerimi kapattım. Kuşların cıvıltısını dinleyip keyif almaya çalıştım.
"Josephine!" Kendi adımı duymamla gözlerimi açtım ve sesin geldiği yönü bulmaya çalıştım. Toprak yolda bana doğru koşan Alex'i görmemle birlikte oturduğum boyası dökülmüş tahta sandalyeden kalktım ve eteklerimi silkeledim. Alex sonunda nefes nefese kalmış bir şekilde yanımda belirdi. Onun bu haline kıkırdadım. Kızaran yüzüyle on beş yaşındaki bir kıza değil de beş-altı yaşlarındaki bir kız çocuğuna benziyordu. Bir de bunun üzerine kaşlarını çatınca kendime engel olamadan gülmeye başladım. "Ne? Josephine Tanrı aşkına nededen gülüyorsun?" Kızdığı için daha çok kızaran suratına bakıp tekrar gülmemek için kendimi tuttum. Kısık bir sesle ekledim. "Hiç. Sen sadece domates gibi görünüyorsun." İlk önce gözlerini ve ağzını kocaman açtı ve ne diyeceğini bulamadığından olsa gerek açtığı ağzını tekrar kapadı.
Az önce kalktığım sandalyeye oturdu. Ben de onu daha fazla kızdırmadan sandalyenin yanındaki mindere çöktüm. Başımı dizlerine yaslayıp kafamı onu görebileceğim şekilde kaldırdım. "Üzgünüm seni kızdırmak istemedim." "Asıl ben özür dilerim etrafımdakilere böyle davranmaktan vaz geçmeliyim." dedi, sesinde hafif bir burukluk vardı. Yine de konuyu daha fazla uzatmak istemediğimden başka bir konuya atladım. "Ee sen neden bu kadar acele acele geldin?" "Ah az kalsın söylemeyi unutuyordum." Eliyle hafifçe alnına vurdu, sonra da orayı ovaladı. Kıkırdadım. Ama az önceyi hatırlayarak konuyu tekrar açmak istemediğimden sustum. "Ee neyi unutuyordun?" "Biliyorsun yarınki düğün için bizim evde hazırlıklar var belki sen de erkek tarafı olsan da gelmek istersin diye düşünmüştüm." "Ah elbette neden olmasın?"
Alex'le beraber toprak yoldan evlerine doğru yürümeye başladık. Etraf ilkbaharın neşesini taşıyordu. Her taraf çiçeklerle ve koşuşturan çocuklarla doluydu. Elimde olmadan gülümsedim. Gözlerimi kapattım ve hafif esen rüzgarın yüzümü okşamasına izin verdim. Saçlarım da bu ezgiye ayak uydurmuş hafif hafif yanaklarıma değiyordu.
Kuşların cıvıltıları, ağaca turmanmaya çalışan bir sincabın adımlarını ve bir kaç metre uzağımızdaki kuzuların çimlerin üzerinde koşarken çıkardıkları seslerin hepsini teker teker işittim. Bütün bu muhteşem bestenin ahengini hafızama kazıdım. Pabuçlarımı çıkartıp çıplak ayaklarımı toprağa sürttüm. Mutluluk tüm bedenimde kendini hissettirdi. Gözlerimi açtım. Pabuçlarımı tekrar giyip yürümeye devam ettim.
Alex'lerin evine iyice yaklaşmıştık. Büyük bir köşkte yaşıyorlardı. Bu köşk bu kadar küçük bir yerleşim yeri için muhteşem bir yapıydı. Geniş bahçesindeki renk renk çiçekler köşke huzurlu bir hava katıyordu. Bahçe öyle genişti ki böylesine büyük bir köşk bile bu bahçenin içinde küçücük görünüyordu. Köşkün bahçe kapısına ulaştığımızda içerisinin çok kalabalık olduğunu fark ettim. Herkes arı gibi çalışmakla meşguldu. Oradan oraya koşturan çocuklara benziyorlardı. Alex önüme geçerek kapıyı açtı ve devasa bahçeye girdik.
Evdeki tatlı telaş yüzümü güldürmeye yetmişti. Hızlı adımlarla köşkten içeriye girdik. "Ah Josephine hoşgeldinz tatlım. Ablanız leydi Thérèse gelmedi mi?" "Ablama haber vermeden geldik. Ama sanırım o da abimle birlikte kilise işlerini halletmeye gitti." "Peki öyleyse. İsterseniz Alexandra'yla ablamın yanına gidebilirsiniz son gelinlik provasını yapıyor yukarıda." Isabella'dan ayrılıp yukarıya çıktık. Elisabeth krem rengi gelinliğinin içerisinde melek gibi görünüyordu. Yüzündeki gülümseme ne kadar heyecanlı ve mutlu olduğunu eleveriyordu.
Bir süre orada kaldıktan ve genç hanımlarla muhabbet ettikten sonra Elisabeth'in gelinliği çıkarması için dışarıya çıktık. Evin içersindeki koşuşturmaca hala devam ediyordu. Bir yandan da koşuşturan çocuklar insanı komedyanın ortasındaymış gibi hissettiriyordu. Büyük bir tiyatro salonunun içinde gibiydim. Onların arasından geçip salondaki tekli bir koltuğa oturdum. Alex de sonunda yanıma gelmişti. Yorulmuştum ve Alex bunu anlayıp beni evden uzaklaştırmak için nehrin yanına gitmeyi teklif etti.
Nehrin sessi ve kuşların ötüşünden başka ses olmayan ortamda başımı Alex'nin dizlerine koymuş bir şekilde yatıyordum. Boğazımı temizledim ve Alexin bana bakmasını sağladım. "Düğüne kimlerin geleceğinden haberin var mı?" "Eğer şu bahsettiğin Chris'in gelip gelmeyeceğini soruyorsan..." "Tamam anladın onu soruyorum ee gelecek mi?" "Ama ben senin sevinç çığlıklarını duymak istemiyorum." "Ah Tanım! Alexandra geliyor buna inanabiliyor musun?. O geliyor. Aman Tanrım geliyor." Kuşlar gibi şakımaya başlamıştım bir anda. Tüm yorgunluğum geçip gitmişti. Nedense böyle mutlu olduğum anlarda onu gözümün önünde canlandırmaya çalışıyorum. Sonra da nasıl biri olduğuyla ilgili bir şeylar anlatmaya başlıyorum Alexandra'ya. O da beni dinleyip saçımı okşuyor. Her zaman...
".... İnsanı delip geçen mavi gözleri var. Öyle mavi ki gökyüzüyle denizin birleştiği nokta gibi inanılmaz. Gözlerine baktıkça derinliğinde kayboluyor, boğuluyor insan. Ya da sadece ben öyle hissediyorum. Saçlarıysa açık kumral. Dışarıdan bakınca bile öyle yumuşak görünüyor ki insana dokunma isteği yüklüyor. Parmaklarını dalgalı saçlarına dolamak, onlarla oynamak... Ve bir de gülüşü var. Hafif çapkın bir havada çarpık bir gülüş. Kırmızıya yakın dudaklarının arasından inci gibi beyaz dişlerinin ancak yarısını gösterecek bir gülüş. O, o kadar yakışıklı ki hayalimde bile canlandırmak zor. Tüm hatlarını zihnimde tutamadım. Aradan o kadar zaman geçti ki... Alexandra ben onu çok özledim." Onu anlatırken tuttuğum göz yaşlarımın yanaklarımdan kalbime kaymasına izin verdim. Alexandra sessizce uzun parmaklarıyla göz yaşlarımı sildi. "Ağlama. Yakında burada olacak ve mutlu olacaksın. Sakın ağlama." Söylediği sözlerle kendime gelmeye çalıştım ve buruk bir gülümseme eşliğinde dizlerinden kalktım.
Hava kararmak üzereydi. Nehrin üzerinde turuncu pırıltılar yanıp sönüyordu. Gitme vakti gelmişti. Ellerimle eteğimdeki tozu silkeledim ve üstün körü düzelttim. Alex de benimle birlikte kalkmıştı ve birlikte bizim köşke doğru yürümeye başladık. Eve dönerken bir kaç kere başım dönmüştü ve düşme tehlkesi geçirmiştim. Alex'le yolun kenarında biraz mola verdik ve kendime gelene kadar orada oturduk. "Bir daha seni bu kadar yormayacağım. Bazen böyle olacağını unutuyorum üzgünüm." "Biliyor musun bazen ben bile hasta olduğumu unutuyorum. Keşke seninle eskisi gibi gezip, dolaşabilsek." Bunları söylerken sesim çatlamıştı. Alexandra beni elleimden tuttup kaldırdı. "Merak etme yakında eskisi gibi olacağız. Yolda bir daha hiç konuşmadık. Etrafımı sessizlik kaplamıştı ve hava iyice kararmıştı.
Bahçe kapısının önünde ona veda edip bahçeye girdim. Başımı kaldırıp yeni doğmuş olan yıldızlara baktım. Umutlu bir iç çekişle beraber kafamı indirdim ve köşke girdim. Kimseye gözükmemek için özel bir çaba harcamak zorunda kaldım. Bugün gerçekten yorulmuştum ve o yüzden hemen merdivenleri aşıp odama girdim ve yine Chris'i düşünüp uykuya daldım. Yarın güzel bir gün olacak.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Castle Of Glass
RomanceNedir aşk denen lanet? Dünyanın var oluşundan bu yana süre gelen bu vahşet nedir? Gülün dikeni, şarabın sarhoşluğu mudur aşk? Acının panzehiri olmakla birlikte acının ta kendisi olmak da nedir? Birbirinden siyah ve beyaz kadar uzak olup bütünleşebil...