Benim için, Artvin'in yirmi beş bin nüfuslu küçük kasabası Borçka'dan kalkıp, on beş milyonluk metropole yerleşmek, yıllarca dört duvar hücrede hapis tutulduktan sonra suçsuzluğu kanıtlanan bir mahkumun özgürlüğüne kavuşması gibiydi.
İstanbul'a yalnız gelmedim. 'O' da benimleydi. İlk okuldan beri sınıf arkadaşım, komşum, çocukluk aşkım. Kısacası her şeyim.
Aynı sokağın iki ucunda oturuyorduk. Benim babam marangoz ustasıydı. Onunki ise fındık tarlalarında çalışıyordu. İki iyi dost aileydik. İlk okulda aynı sırada oturur, ödevlerimizi birlikte yapar, müsamerelerde çift olurduk.
İlk okul bittiğinde yavaş yavaş büyümeye başlamış, birbirimizin cinsiyetlerinin farkına varmıştık. Orta okul yıllarımızda aramızdaki arkadaşlık duygusu yerini çocukluk aşkına bırakmaya başladı. Okul çıkışlarında tepelerdeki çay bahçelerine çıkıyor ve yemyeşil çay fidanlarının arasında el ele tutuşup öylece birbirimizin gözlerine bakıyorduk. O konuşmayı pek sevmezdi. Ben de onun bu sessiz halini izlemeye bayılırdım.
Yaşadığımız her şey, muhafazakâr bir aileye sahip olmanın getirdiği kurallar çerçevesindeydi. Okul, babam ve ağabeyimin baskılarından kaçış yoluydu benim için. Orada daha anlayışlı öğretmenler ve güler yüzlü arkadaşlarım vardı. Tabii en önemlisi onun yanımda olmasıydı.
Lise çağına geldiğimizde yollarımız ayrıldı. Babamın şiddetli baskılarıyla komşu ilçedeki, tavuklarla doldurulmuş büyük bir kümesi andıran kız meslek lisesinin yolunu tuttum. Sevdiğim adam ise Borçka'daki Anadolu Lisesi'ne kayıt oldu. Yollarımız ayrılsa da kalplerimiz hep bir arada kaldı. Yağmur, çamur demeden durakların karşısındaki dar sokaklardan birinde, her akşam okuldan dönüşümü beklerdi. Benim de gözlerim onu arardı, daha dolmuşun kapısından adımımı atar atmaz. Bir saniyeliğine de olsa ellerimizi birleştirir, sanki yıllardır görmüyormuş gibi doya doya birbirimizi izlerdik.
Lisenin son yılında, kendimi ona ait hissetmeye başladım. Çocukluk aşkımız büyük bir tutkuya dönüşmüş, etrafımızı alev alev sarmaya başlamıştı. Çekingen bir çocuktu. İlk kez dudaklarımız birbirine değdiğinde ona engel olmadım. Belki de saniyenin onda biri kadar sürmüş olsa da o güne kadar yaşadığımız tüm duygulardan farklıydı. Ne göz göze gelmek, ne de el ele tutuşmak karşılıyordu bu temasın verdiği hazzı.
O farklıydı, ben de farklıydım. Benim içimde sanat vardı. Çocukluğumdan itibaren elime geçirdiğim gazete kağıtlarının boş kenarlarına bile resimler çizerdim. Sonbaharda dökülen yapraklar ve kurumuş dal parçalarıyla ömrü kısa heykelcikler yapar, odamı bunlarla süslerdim. Kendimizi yaşadığımız küçük kasabaya ait hissetmiyorduk. Fakat lise bittikten sonra burası bizim için yüksek duvarlı, dikenli tellerle çevrili bir hapishaneye dönüşecekti. Evet, yine de onun kadını olabilirdim. Ailelerimiz buna engel olmazdı. O babası gibi fındık bahçelerinde çalışır, bense evde çocuklarımızı büyütür, kasabanın yeni mahkumlarını yetiştirirdim. Fakat istediğim bu değildi.
Fırsat bulduğumuz zamanlarda Karçal eteklerinde bir derenin kenarına kaçar, onun sürekli şehir merkezine gidip gelen abisine sipariş ettiğimiz kitapları okurduk. Genelde o sesli bir şekilde okumaya başlar, ben dinlerdim. Şehirdeki hayatları, farklı karakterleri, özgür ruhları, müthiş bir imrenme duygusuyla canlandırırdım gözlerimde... Yorulduğu yerde kitabı bana uzatır, boğazım kuruyup sesim çatallaşmaya başladığında dayanamaz, tekrar kendi okumaya devam ederdi.
İkimiz de derslerimizde başarılı, öğretmenler tarafından el üstünde tutulan öğrencilerdik. Yine dere kenarında huzurlu bir kitap okuma seansının ortasındayken susması için işaret parmağımı dudaklarına bastırdım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
İtiraf Avcısı (Tamamlandı)
ActionLa Malinche adındaki tercümanın Azteklere yaptığı ihaneti hiçbir nesil unutmadı. Öyle ki Meksikalılar hâlâ hainlere La Malinche diye hitap eder. Leydi Diana, Prens Charles ile evliyken, binicilik hocasıyla aşk yaşamaya başlayarak, saray tarihin en b...