Biliyorum bölüm çok geç geldi. Ama tam 2000 kelime her zamanki gibi uzun bir bölüm oldu. Umarım beğenirsiniz ^^
***
Yaklaşık iki hafta geçmişti. Artık Sora'nın ben yalnızken gelmesine alışmıştım. Zihnimdeki soruları hala cevaplayamıyor olsam da artık onu konuşturmaya çalışmıyordum. Çünkü ne zaman onu konuşturmaya çalışsam ya susuyor ya da kaçamak cevaplarla beni geçiştiriyordu. Yinede içimde ona karşı farklı bir şeyler oluşmuştu. Onunla vakit geçirmeyi seviyordum.
Düşüncelerimden uzaklaşınca kendimi derse vermeye çalıştım. Zaten sınavlarım da yaklaşmıştı. Her gün eve gittiğimde ders çalışıyordum.
Ben tahtada yazanları defterime geçirirken zil çaldı.Hızla yazmayı bitirdim ve eşyalarımı topladım. Sınıftan çıktım ve koşarak servise yetiştim. Cam kenarındaki yerime oturdum. Her zamanki gibi camdan dışarıyı seyrediyordum ki birden telefonuma mesaj geldi. Annemdi. Kısa ve öz bir şekilde akşam yemeğinde arkadaşlarıyla buluşacağını ve şimdi çıktığını söylemişti. Her zamanki sorumsuz haliydi işte. Normalde bu tavırlarına sinirlenirdim ama bu sefer nedense yüzümde bir gülümseme oluşmuştu. Babam da işte olduğuna göre ev boştu. Yani...tekrar onu görebilecektim. Yolun geri kalanında tatlı hayallere dalarken cama vuran sonbahar yağmurunun damlalarını izledim.
Servisten biraz erken indim. Annem yemek hazırlamadığına göre kendim bir şeyler hazırlamak zorundaydım. Elimdeki şemsiyeyi açtım -servisi beklerken kullanmak için getirmiştim-. Yağmur damlasının şemsiyeye çarpmasıyla çıkan hoş ses eşliğinde markete doğru yürümeye başladım. Yürüyüş parkından giderken buradan geçen bir kestirme olduğunu hatırladım ve parka girdim. Hızla taşlı yolda yürümeye başladım. Kafam biraz dağınıktı bu nedenle etrafımdaki manzarayı fark etmemiştim. Kendime gelmemi sağlayan burnuma gelen muhteşem yağmurdan sonraki toprak kokusuydu. Durdum ve çevremi seyretmeye başladım. Yerlerde turuncu, sarı ve kahverenginin çeşitli tonlarında yapraklar vardı. Bazıları toprağa karışmaya yüz tutmuş, bazıları da daha yeni ağaçlardan düşüyordu. Tekrar gözlerimi kapattım. Şemsiyeye çarpan damlaların sesleri eşliğinde ıslak toprak kokusuyla karışık yaprak kokusunu içime çektim. Harikaydı. İçimi rahatlatıyordu. Gözlerimi açınca etraftaki çıplak ağaçları seyrettim. Yakın olan ağaçların dalları birbirlerine karışmıştı. Aslında sonbaharın bu eşsiz manzarası yalnızlığımı da anımsatıyordu. Ama yine de içim huzurla dolmuştu.
Ortamın büyüsünden kurtulduğumda markete gitmem gerektiğini hatırladım. Etrafımdaki manzarayı seyrede seyrede parkın çıkışına geldim.
Buradan ayrılacağım için neredeyse üzülmüştüm. Caddenin karşısına geçtim ve markete girdim.
Manav reyonundan istediğim sebzeleri aldım. Daha sonra her zamanki gibi abur cubur reyonuna gittim. Birkaç şeyi elimdeki sepete doldurdum. Biraz yürüdüğümde çikolataları gördüm. İster istemez yüzümde bir tebessüm oluştu.
"Bu sefer hangisini alsam acaba?" Gözlerimi rafta gezdirirken sonunda bir tanesini seçtim ve aldım.
Nihayet ihtiyacım olan her şeyi aldığımda kasaya gidip parasını ödedim. Poşetleri elime aldım ve marketten çıktım. Yağmur biraz daha hızlanmıştı. Üç poşeti de elime aldım ve diğer elimle de şemsiyeyi kullanmaya karar verdim.
Hızla yürümeye başladım. Sanki her adımda elimdeki poşetler ağırlaşıyordu. Sonunda sitenin kapısına geldiğimde çantamdan anahtarımı bulmak tam bir işkence olmuştur.
Zorlu bir savaştan sonra binanın kapısını da açınca her zamanki rutinle asansörle bakışmaya başladım. Sonunda beş katı çıkamayacağıma karar vererek asansöre bindim.