05.04.1994
Soğuk sert bir İstanbul öğleni idi. Kaldırımlarda yağmura yakalanmamak için aceleyle koşuşturan insanlar, deniz kıyısında ise ekmeğinin derdine düşmüş seyyar satıcılar vardı. Bulutlu ve kasvetli bu gün sıkıntıya boğuyordu içlerini her saniye.
Yolun karşı tarafındaki otobüs terminalinde bir adam endişe ile etrafına bakınıyordu. Orta boylu saçı sakalı akçana bu adam otogarın en sonundaki ahşap sandalyelerinden birinde oturmuş Bingöl'den gelecek olan otobüsü bekliyordu. Öğle ezanı çoktan okumuştu ancak ne gelen vardı ne de giden.
"Otobüsün bu kadar gecikmesi normal değil, inşallah bir aksilik yoktur "diyerek sağında oturan servis görevlisine döndü.Servis görevlisi ise söylenen cümleyi duymamış gibi yapıp arkasında bulunan dükkanına girdi.Bu kasvetli havada endişe ile geçirilen yaklaşık yarım saatten az sonra otogarın kapısında gözüktü beklenen otobüs. Camları az önce başlayan yağmurla sırılsıklam olmuş, tekerlekleri çamurlu yollardan geldiğinin habercisiydi. İçeriden muavinin sıkılmış sesi duyuluyordu ; "Eşyalarınızı unutmayın!"
Yolcular bir yandan yaklaşık on dört saat süren bu yolculuğun bitmesine seviniyor diğer yandan kasvetli havanın yarattığı iç sıkıntısıyla boğuşuyordu.
Yaşlı adam otobüsü görünce içindeki rahatlama hissiyle ayağa kalkıp,bu yağmurlu havada sızlayan bacaklarıyla olabildiğince hızlı bir şekilde otobüsün yanına yaklaşıyor ve inen her bir yolcuyu dikkatle süzüyordu.
Otobüsten en son uzunca bir adam; Hasan ve sekiz yaşındaki oğlu Fırat inmişti. Hasan; uzunca boylu, kara kaşlı kara gözlüydü. Az önce başlayan yağmurdan dolayı üstündeki, yıpranmaktan beyazdan griye dönmüş gömleği sırılsıklam olmuştu. Daha ayak basar basmaz bu şehirde yaşayacakları sıkıntıları üstlerinde hissedermiş gibi yüzünü buruşturdu. Kendilerini bekleyecek olan arkadaşına bakınırken bir yandan da yağmurdan korumak için oğlunun kafasına montunun şapkasını geçirmeye çalıştı. Oğlu Fırat; kahverengi gözleri, uzunca siyah saçları olan boyu yaşıtlarına göre daha uzun olan bir çocuktu.Yaşadıkları sıkıntıların belirtisiymiş gibi aşırı zayıf ve güçsüz görünüyordu.Yeni bir şehire hele de İstanbul 'a geldikleri içinde bir o kadar mutluydu. Bu şehrin onda izi gitmeyecek yaralar bırakıcağını bilmeden...
Hasan otogarda duran askerlik arkadaşı Ahmet'i otobüsün ön kapısında görünce oğlunuda alıp hızlıca insanların arasından geçmeye çalıştı.Ahmet'in yanına yaklaşınca koluna dokundu.Ahmet ilk bakışta tanıyamadı arkadaşını. Lakin görüşmedikleri onca yıl hiç yaramamıştı arkadaşına.Eski güçlü, bir bakışıyla karşısındakinde çeşitli korkular yaratan Hasan gitmiş yerine hayatın yükünü taşımaktan kamburlaşmış, çıtkırıldım bir adam gelmişti.İki yakın dost hemen kucaklaştılar ve yola koyuldular.Konuşmaya Hasan başlamıştı ilk:
- Tertip nasılsın? İstanbul seni yormuş, saçın sakalın beyazlamış.
- Sorma tertip, güzel şehir ama insanı yaşlandırıyor. Sizin oralarda bir ev bulda biz de oraya taşınalım.
- Gel kardeşim, her zaman başım gözüm üstüne.
Hep birlikte arabaya binip Ahmet'in Göztepe'deki evine doğru yola çıkmışlardı. Hasan şoför koltuğunun yanında Fırat'ta arka koltukta seyahat ediyordu.
Boğaz köprüsünden geçmişlerdi. Fırat gözlerine inanamadı, çocukluğun verdiği hafif korkuyla hafif de merakla babasına sormaya çalıştı.
-Baba düşmeyiz değil mi?
-Yok oğlum düşmeyiz.
- Korkma Fırat bir şey olmaz, günde kaç milyon insan geçiyor. Sağlamdır oğlum sağlam.
Ardından ön tarafta Hasan ve Ahmet günlük konuşmalara, memleket meselelerine, çeşitli sohbete koyulmuştu. Arkada Fırat ise, İstanbul'a, Onun güzelliklerine, büyüklüğüne ve yıllar sonra yaşamını sürdüreceği şehrin gökyüzüne bakıp dalmıştı.
Askerlik arkadaşı Ahmet'in evinde kalan Hasan, geldiklerinin ikinci günü Fırat'ı gezdirmeye çıkardı. Her ne kadar Ahmet kendisinin de gelmesini onlara yardımcı olmasını istese de Hasan teşekkür edip yolu bildiğini söyleyip, Fırat ile beraber gezmeye çıkmıştı. Baba oğul ilk önce Sultanahmet'e gitmişlerdi. Beraber öğle namazını kılıp avluda belli bir süre oturmuşlardı. Avlu çok kalabalıktı, Hatta Fırat az ilerde hangi dil olduğunu bilmediği iki kadının camiye bakıp bir şeyler söylediklerini duydu. Daha sonra Ayasofya, Topkapı derken baya gezmişlerdi. Hasan Fırat'ı vapura bindirmişti. Fırat martılara simitte atmıştı. Çok güzel olduğunu defalarca babası Hasan'a söylüyordu.
Vapur Kadıköy'e yanaşmıştı. Karanlık yerini almıştı. Vapurdan indikten sonra Fırat ve babası ilerdeki otobüs durağından Göztepe otobüslerine binip Ahmet'in evine doğru yola koyulmuşlardı.
İstanbul'a gelişlerinin üçüncü günü Hasan ve Fırat yine yola koyulmuşlardı. Bu sefer yanlarında Ahmet ile beraber.
Upuzunca ve genişçe bir kapısı olan binanın içine doğru girdiler. Burası bir hastaneydi ve İstanbul'un en büyük Hastanelerinden biriydi. İçeri girer girmez Fırat burnuna gelen ağır ilaç kokularını kavramasıyla koridordaki yorgun bedenlerin surat ifadeleriyle endişelenmişti.
İki kat çıktılar ve sağdan üçüncü kapının önünde yaklaşık beş dakika kadar bekledikten sonra Hasan Fırat'ın elini Ahmet'in tutması için uzattı. Hasan içeri girdi, Ahmet ile Fırat ise koridorun ortasındaki pencereye doğru yaklaştılar. Fırat camdan dışarı baktı ve camın kenarında bir martının olduğunu ve o martının ekmek kırıntılarını yiyişindeki ürkekliği izlemeye koyulmuştu. Aradan geçen birkaç dakikanın ardından koridorun sonundaki insan kalabalığından çığlıklar ve baba, baba şeklinde bağrışmalar yükseldi.
Fırat korkmakla birlikte Ahmet'in elini sıkıca kavradı.
Fırat- Ne oldu Ahmet amca?
Ahmet- Bilmiyorum ama galiba babalarını kaybetmişler Fırat.
Ağlamaklı bir yüz ifadesine bürünmüştü Fırat. Tanımıyordu o ölen adamı ama arkasında ağlayanları görünce onda ağlamaklı bir his oluşmuştu. Derken içeriden elinde birkaç kağıt ile Hasan çıktı.
Hasan- Hadi gidelim.
Aradan geçen bir haftanın ardından Hasan ve Fırat köye dönmüşlerdi. Hastane çıkışından beridir Hasan'ın hiç keyfi yoktu ama bunu Fırat'a belli etmemeye çalışıyordu. Yine de Fırat bunu anlıyordu. Köye döndüklerinden sonra Hasan Üç ay içerisinde tek başına birkaç kez daha gelip gitmişti İstanbul'a. Her dönüşünde biraz daha zayıflıyor biraz daha soluyordu. Evde herkeste bir üzgün hal durumu vardı. Her şeyden habersiz olan Fırat ve kardeşi Berfin hariç.
Birkaç ay sonra Fırat babasını kaybetmişti. Yıllar sonra öğrenecekti ki Fırat'ı babasız bırakan kanser denilen illetmiş. Babasını kaybettiğinde çocuktu, bir şey anlamıyordu ancak çok sonraları anlayacaktı kalbinin derinliklerinde açılan kapanmaz yarayı. Çok sonraları anlayacaktı her şeyden yarım kaldığını...
OLUMLU YA DA OLUMSUZ YORUMLARINIZI VE VOTELERİNİZİ EKSİK ETMEYİN ARKADAŞLAR : ))) ŞİMDİDEN TEŞEKKÜRLER : ))) // ERKAN KURMAN
ŞİMDİ OKUDUĞUN
İNCİR ÇEKİRDEĞİ #Wattys2016
Roman d'amourAslında Bütün mesele incir çekirdeğinde, öyle ki bazen onun içini doldurmayacak sebeplerden birbirimize düşeriz, olmadık yere kalplerin derinliklerinde tarifi imkansız yaralar açarız. İncir çekirdeğini doldurmayacak sebeplerden ötürü kırmak, kırıl...