8.11.2003
Bulutlu bir Cumartesi günüydü. Güneş tepedeydi. Sonbahar değildi sanki. Temmuz ayından bir gün ödünç alınmış gibiydi. Kuru bir sıcak vardı. Rüzgar ara ara esiyordu o da çok nadir.
Sabah erken kalkmıştı Fırat. Doğruca oyalanmadan otogara gitmişti. Misafirleri vardı. İstanbul'a taşındıktan sonra ki ilk misafirleriydi bu. Dayısı gelecekti Fırat'ın. Adı Murat'tı. Fırat'tan iki yaş büyüktü. Doğuda böyledir. Senden on yaş küçük birine de dayı dersin, Büyük birine de. Çok garip bir durum değildi bu, gerek Fırat gerekse de orada yaşayanlar için.
Murat(Fırat'ın dayısı) zorunlu bir nedenden dolayı İstanbul'a geliyordu. Köyde iken arkadaşlarıyla top oynadığı sırada yolun karşısına kaçan topu almaya giderken mayına basıp bacağını kaybetmişti. Bu yüzden köyden tedavi için göndermişlerdi. Köyde Murat gibi olan onlarca çocuk vardı. Sadece o köyde değil civardaki her yerde. Gözünü kaybeden çocuklar, kolunu kaybeden çocuklar, bacağını kaybeden çocuklar. Aslında oradaki çocuklar uzuvlarını değil, çocukluklarını kaybediyorlardı. Hayata olan kırgınlıkları, tüm ömür yapışıyor sırtlarına, yükleniyor omuzlarına. İşte bundandır oradaki insanların yarım gülüşleri. Oradaki çocukların kırılganlıkları işte bundandır. Gülmek onlar için zor bir refleks haline gelmiştir. Gülmek deyince hep yarım güler oradaki çocuklar. En kötüsü de hiçbir günahı olmayan çocukların, büyüklerin günahlarını sırtlamaları.
Allah'ın mucizesi olan çocuklar için bir kez daha derin düşüncelere daldı Fırat.
Saatine baktı ve saat on bir olmak üzereydi. Tam o esnada otogara Bingöl'den gelen arabanın giriş yaptığını gördü. Biraz sonra otobüsün arka tarafından değneklerle dayısının inmeye çalıştığını gördü ve ona yardımcı olmak için yanına yöneldi. Uzunca bir hasret gidermenin ardından evin yolunu tuttular.
Hatice Hanım(Fırat'ın annesi) sofrayı donatmıştı. Çeşit çeşit yemekler, sarmalar, dolmalar, yöresel yemekler çok güzel gözüküyordu. Herkes sofraya oturmuş yemeklerini yemeğe başlamıştı. Kısa bir süre sonra Hakan konuşmaya başladı.
Hakan- Ben birkaç kişi ile görüştüm. Cerrahpaşa tıp fakültesinde bir tanıdık doktor var. Orada seninle ilgilenecekler. İnşallah güzel olacak.
Murat- Çok sağol, Allah razı olsun Hakan abi.(Mahcup bir ses tonuyla)
Hakan- Pazartesi Fırat ile birlikte gidersiniz. Güzelce bakacaklar orada sana.
Pazartesi günü sabah erkenden yola çıkmışlardı. Hava bulutlu, Soğuk bir gündü. Kuru bir soğuk vardı havada. Fırat ile Murat hastane kapısından içeri girmişlerdi. Fırat'ın elinde doktorun adı ve odasının yerinin olduğu küçük bir kağıt vardı. Kağıtta doktor adı İbrahim Tekdemir, sağdan üçüncü oda yazıyordu. Murat değneklerle merdivenleri zor çıkıyordu. Hava soğuk olmasına karşın elindeki mendille alnında oluşan terleri siliyordu bu yol onu çok yormuştu. Yaklaşık bir beş dakika sonra doktorun odasının önüne geldiler. İçeride bir hasta vardı ve o çıkana kadar koridorun ortasındaki çiftli sandalyelerde oturup beklemeye başladılar. Birkaç dakika sonra içerideki hasta çıktı.
Fırat Murat'a dönerek:
Fırat- Dayı sen burada bekle. Ben ilk önce gireyim kendimi tanıtayım sonra seni de çağırırım.
Murat olur anlamında başını salladı. Hafif heyecan ve korkulu bir yüz ifadesi eşliğinde.
Fırat-Merhaba, Ben Fırat abim Hakan gönderdi.
Doktor İbrahim-Merhaba Fırat gel otur bakalım.(Gülümseme eşliğinde)
Ardından devam etti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
İNCİR ÇEKİRDEĞİ #Wattys2016
RomansaAslında Bütün mesele incir çekirdeğinde, öyle ki bazen onun içini doldurmayacak sebeplerden birbirimize düşeriz, olmadık yere kalplerin derinliklerinde tarifi imkansız yaralar açarız. İncir çekirdeğini doldurmayacak sebeplerden ötürü kırmak, kırıl...