İşte yine buradayım. Belki de ait olduğum tek yerdeyim. Dönüp dolaşıp adımlarımı tekrar attığım yerdeyim. Onların yanındayım. Ailemin yanında.
Zaman acımasız. Günler,aylar,yıllar geçmesine rağmen acıyı dindirmiyor. Yaraları sarmıyor. Eskileri unutturmuyor. Zaman bir işe yaramıyor.
Unutacağını sanıyorsun, herşey yoluna girecek diye düşünüyorsun ama olmuyor. O acı seni bir gölge gibi hep takip ediyor.
En azından benim için.
''Zaman gerçekten acımasız anne. Sizi hâlâ özlüyorum.''
Derin bir nefes aldım ve yıllara rağmen hâlâ doğru düzgün bakmaya cesaret edemediğim mezar taşlarına çevirdim gözlerimi. Yan yana duran iki mezar taşı. Yanlarında da ben. Tıpkı eskiden de olduğu gibi.
''Yıllar geçiyor ama hâlâ aynı şeyleri hissediyorum.Bu normal, değil mi?''
Normalde, hissettiklerimi kolay ifade eden birisi değilim ama buraya her geldiğimde göğsümün ortasında bir boşluk oluyor sanki. O an yok olmak istiyorum. Çünkü hissediyorum. Aklıma sürekli onlarla yaşadığım mutlu zamanlar geliyor ve o zamanlar ne kadar mutluysam şimdi de o bütün mutlulukların acısını çekiyorum. Buna karşı koyamıyorum. Buraya her geldiğimde biraz daha küçülüyorum. Kalbim ölüyor. Ruhumla birlikte, yavaş yavaş.
Bütün hissettiklerim bende keskin bir bıçak etkisi yaratıp darbesini sürekli vursa da bakışlarımı topraktan ayırmadım. Her baktığımda gözümün önünde eskiler beliriyordu. İkisininde eve gelişini dört gözle beklediğim zamanlar...
İşten ilk önce babam gelirdi o zamanlar. Onun o soluk yeşil arabasının fazlasıyla aşina olduğum sesini duyduğumda hemen kapıya koşar arabadan inmesini beklerdim. Babam da, görenlerde her an parçalara ayrılacakmış hissi uyandıran o arabasından inip beni görünce kollarını bana uzatır ve kocaman sarılırdı. O gün ihtiyacım olan tek şey bu olurdu. O zaman dünyanın en mutlu çocuğu olurdum. Diğerleri gibi bir çikolataya veya oyuncak arabaya ihtiyacım olmazdı. Zaten olsa da alamazdık. Bende şikayet etmezdim. Fazlasında gözüm yoktu.
Anne ve babama bağlı bir çocuktum. Hâlâ da öyleyim. Unutamıyorum, hiç aklımdan çıkmıyorlar. Daha küçücükken en değer verdiğim iki insanı kaybetmek bende yeri doldurulamaz bir boşluk bıraktı.
Dolmak üzere olan gözlerimi gökyüzüne çevirdim. Yalnız olduğum zamanlar beni rahatlatan tek şeydi. Gökyüzüne baktığımda bütün dertlerim uçup gidiyormuş gibi hissederdim ve küçüklüğümde annemlerin bana gökyüzünden hep baktığını düşünürdüm. O zamanlardan beri kendimi iyi hissedebilmek için uzun uzun gökyüzünü izlerim.
Ne kadar süre orada öylece durduğumu bilmiyorum ama gözlerimin tekrar dolduğunu farkettiğimde başımı yere eğdim. Böylece bir yaş döküldü ayaklarımın altındaki toprağa. Evet, Barlas ağlıyordu. Zaten onun ağladığı tek yer burasıydı. Kendisini, gerçekten kendi gibi hissettiği tek yer burasıydı.
İkinci bir damla düştüğünde sinirle sildim gözyaşımı. Bundan nefret ediyordum. Ağlamaktan nefret ediyordum. Ağlamak istemiyordum.
Etrafın öldürücü derecedeki sessizliği beni boğarken daha fazla dayanamayıp ayağa kalktım. Burası her seferinde beni daha da dibe çekiyordu sanki. Ben de karşı koyamıyordum.
Birkaç adım ilerlediğimde telefonumun melodisi bütün mezarlıkta yankılanmaya başladı.
''Yüzüğü takmış evleniyor bakın hele şu kahpeye''
Bir dakika lan, melodi? Telefonumdan neden Arsız Bela'nın sesi çıkıyordu?
Bir an şaşkınlıktan öyle kalakaldım ve cevabı çok düşünmeden bulduğumda kendi kendime söylendim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Zamana Sığınanlar
Teen FictionAilesini küçük yaşta trafik kazasında kaybeden Barlas'ın aslında dışarıdan görüldüğü gibi muhteşem bir hayatı yoktur. Birkaç arkadaşı, etkilendiği bir kız ve geçmişe dair anıların verdiği hüzün yanındadır sadece. Onun için zaman hiç ilerlemez, o sad...