Öğleden sonra üç gibi evden ayrılıp Hailie'nin evine sürerken uçuyor gibiydim. Ciddi anlamda uçuyor gibiydim. Bu, hap kullanmak veya tozlarla kafa olmak gibi değildi. Ashton'ın kendisi doğal bir sentetikti ve tadına bir kez baktınız mı asla vazgeçemezdiniz.
Yaptığı şeyi affettim mi bilemiyordum. Affetmesem bile kendimi onun kollarında bulacağımdan adım gibi emindim. Ki aslında tüm gün boyunca yaptığı şey umrumda bile değildi. Onu sevmek, onu paylaşmayı öğrenmeyi de beraberinde getirmişti. Önemli olan başkalarının yanında olması değildi. Önemli olan yine kollarıma dönmesiydi.
Bazen bu kadar mutluluğun benim için fazla olduğunu düşünüyordum. Belki de bu Tanrı'nın kendimi çok kaptırmamam için ufak bir uyarısıydı. Ya da dünyanın dengesini korumak için birilerini üzmesi gerekiyordu.
Bilemiyordum.
Umarım bu mutluluk geçici olmazdı, ve umarım bozulmazdı.
Arabamı Anderson'ların evinin önüne park ettim. Buraya gelmeyeli çok olmuş gibiydi. En son annesi bıçaklandığında gelmiştim sanırım.
Arabadan inip verandayı geçtim ve zile bastım. Kimse açmadı. Cumartesi öğleden sonraydı ve en azından kardeşi Robert evde olur diye düşünüyordum.
Yaklaşık üç kez daha zile bastım. Sonunda beyaz kapı aralandığında ufak bedeni görüldü.
Saçını topuz yapmış, bir kaç tutamı gelişigüzel sarkmıştı. Üzerinde ona bir beden büyük gelen yün bir hırka vardı ve yüzünde ise makyaja dair en ufak bir iz yoktu.
"Luke?" dedi uykulu bir sesle.
Oysaki ağzım açık bir şekilde sadece onu izliyordum. "Saçların?"
Hailie Anderson'ı lisenin ilk yılından beri tanıyordum. Ve lisenin ilk gününden beri saçları kızıl dışında herhangi bir renkte olmamıştı. Şimdi ise saçlarını doğal rengi olan siyah yapmıştı.
"Evet," dedi saçlarından düşen tutamı kulağının arkasına sıkıştırırken. "Kızıl artık sıkmaya başlamıştı."
Kaşlarımı kaldırıp ona baktım. Hailie Anderson ile ilgili bildiğim bir gerçek varsa o da Hailie'nin kızıla taptığıydı. "Ee," diye sordum. "Beni içeriye almayacak mısın?"
"Ah, evet elbette. Tabi geç," dedi hızlı hızlı ve kapıyı sonuna kadar geçip geçmem için kenara çekildi.
"Michael sana ulaşamıyormuş."
Üst katın merdivenlerini çıkarken omuz silkti. "Telefonumun şarjı bitmiş olmalı."
"Ah, sanırım ona haber vermelisin. Gerçekten endişelenmiş görünüyordu."
Önden ilerlerken başını salladı. "Olur." Merdivenleri çıkmayı bitirip solda kalan odasının kapısını açtı ve içeri girdi. Hemen peşinden onu takip ederek odaya girdim ve kapıyı arkamdan kapattım.
Hailie yatağına oturup yeri izlerken kaşlarımı yeniden çattım. "Bir yere mi gidiyorsun?"
Duvarlarda sevdiği grupların posterlerini çıkarmıştı. Kitaplığındaki kitapların hiç biri yoktu ve biriktirdiği plaklarda yerinde değildi.
Aslında bütün oda çamaşır suyu kokuyordu.
"Ah," dedi gülümseyerek. "Üniversite için hazırlık yapıyorum."
"Mezun olmamıza neredeyse iki hafta var."
"Sorun değil," dedi. "Şimdiden kendimi alıştırmalıyım gitmeye."
Gülümsedim ve yanına oturdum. Ondan ayrı kalma fikri beni öldürüyordu. Her ne kadar kelimenin tam anlamıyla ona aşık olmasamda bu onu önemsemediğim anlamına gelmezdi. Hailie Anderson içeriden biriydi ve onunla uzak kalma fikrine alışabileceğimi pek sanmıyordum. Küçük ellerini avcumun içine alıp bedenini kendime yasladım ve ona sarıldım. Vişne kokusu tüm vücudumu sarmıştı.