Vird, Hatme ve Rabıtanın Dindeki Yeri

126 4 0
                                    


Bir kimse tasavvufta çokça üzerinde durulan vird ve hatmeyi Kur’an ve Sünnet’te aramaya kalksa, bu isimlerle zikredilen hiç bir şey bulamaz. Bu şahıs: “Ben bütün Kur’an’ı ve Sünnet’i inceledim, zikir manasına gelen vird ve hatme kelimesine rastlamadım; bunların dinde yeri yoktur” dese yanılmış olur. Bu zikirler temelde yüzlerce âyet ve hadise dayanır. Kur’an’da, bir sayı ve şekil belirtilmeden “Allah’ı çokça zikredin ki kurtuluşa eresiniz.” “Beni zikredin ki ben de sizi zikredeyim.” “Sabah akşam Rabbini zikret.” “Rabbini gizlice içinden zikret.” “Kalpler ancak Allah’ın zikriyle huzura kavuşur.” şeklinde emir ve teşvikler mevcuttur. Aynı şekilde tek başına ve halka halinde zikir yapanları öven birçok hadis-i şerif vardır. Mürşidler bu âyet ve hadislerden hareketle bazı zikir, dua ve tesbih sözlerini bir araya getirdiler. Onları tecrübe edip faydasını gördüler ve bu usulle talebelerine zikir tavsiye ettiler. Bazıları gizli zikir usulünü fıtrat ve meşrebine uygun buldu, onu uyguladı. Bazıları açık zikri tercih ve tatbik etti. Böylece Yüce Rabbimizin zikir âyetleri yaşandı, zikrin zevki tadıldı ve zikrin nimetlerine ulaşıldı.
Kur’an ve Sünnet’te yeri, şekli ve zamanı belirtilen zikirler aynen uygulanır. Meselâ, farz namazların peşinden otuz üçer defa “sübhanellah” “elhamdülillah” “Allahu ekber” denilmesi ve “Lâ ilâhe illellâhu vahdehû lâ şerike lehu…” zikriyle yüze tamamlanmasını Rasûlullah (A.S.) Efendimiz belirlemiştir. Bunu herkes aynen uygular. Ancak adedi ve şekli belirtilmeden sabah-akşam, gece-gündüz, her halde, gizli-açık, tek başına ve cemaat halinde yapılması istenen ve övülen zikirler, yapanın durumuna göre serbest bırakılmıştır. Bu durumda âyet veya hadislerde zikir olarak tavsiye edilen her türlü zikir makbuldür. Bu tür zikirlerde ehlince farklı tercih ve tertibler yapılabilir. Ehl-i tasavvuf da bunu yapmıştır. Şu halde, vird ve hatmenin kaynağı Kur’an ve Sünnet’tir.
İkinci örnek râbıtadır. Râbıta tasavvuf ehlinin en çok üzerinde durduğu amellerden biridir. Râbıta, bütün vücuduyla Allah Teâlâ’yı zikreder bir hale ulaşmış kâmil mürşidi hayaline almak ve kalben ondaki nura bağlanmaktır. Bu bir usul dairesinde yapılır, sukûnet içinde uygulanır. Râbıtanın uygulanış şekline bakıp onu diğer dinlerden devşirilmiş dış kaynaklı bir uygulama olduğunu düşünenler mevcuttur. Halbuki onu tarif ve tavsiye eden ârifler, bunun Kur’an ve Sünnet’in teşvik ettiği bir amel olduğunu söylemektedirler. Şöyle ki:
Allah Teâlâ varlıklar üzerinde düşünmemizi ve onlardaki ilâhî tecellilere bakıp ibret almamızı, bu sayede zikre ulaşıp, şükre sarılmamızı emretmektedir. Hz. Rasûlullah (A.S.), Allahu Teâlâ’nın zâtının düşünülemeyeceğini, ancak nimetleri ve yarattıkları üzerinde tefekkür edilmesi gerektiğini belirtmiştir. Kâmil mürşidler, düşünülecek ve ibret alınacak varlıklar içinde ilâhî tecellilere en fazla mazhar olan kimselerdir. Çünkü onlar, Allah Teâlâ’nın dostu ve yeryüzünde halifesidirler. Veliler, kendilerine bakana Allah’ı zikrettirirler; çünkü kendileri daima zikir, tefekkür ve huzur içindedirler.
Mürşidler, farz olan tefekkür ve murakabeye bir hazırlık olarak râbıtayı tercih ve tatbik ettiler. Bunun için bazı usuller belirlediler. Râbıtadaki hedef, mürşidin şahsı değil, onda ortaya çıkan ilâhî tecelliler ve edebtir. Rabbânî aşkla boyanmış bir insan-ı kâmildeki ilâhî nur ve edebe gözünü açamayan kimsenin, etrafındaki donuk eşyadan bir şey anlaması oldukça zordur. Şu halde tasavvufta uygulanan râbıta, esası itibariyle bir çeşit tefekkürdür. Hedefi, zikir ve edebtir. Kalble bir şeyi düşünme, sevme, özleme ve sevdiğine özenme hali, kalbi olan her insanda mevcuttur. Sadece yapılanın adı, şekli ve mahalli değişiktir. Kimisi Allah yolunda elinden tuttuğu kâmil şeyhi, kimisi de kendince tatlı bulduğu bir şeyi düşünür durur, buna bir mani de yoktur. Ancak bazı düşüncelerin sonu rahmet, birçoğunun ise azaptır. Tasavvufta uygulanan râbıta rahmet vesilesi olan bir düşünce çeşidi olup, esası ve hedefi itibariyle dinimizin teşvik ettiği bir ameldir. Yani râbıtanın kaynağı Kur’an ve Sünnet’tir.
Sonuç olarak, dinî yaşantının özü ve ruhu olan tasavvuf, nasıl Kur’an ve Sünnette kelime olarak yer almıyor diye inkâr edilemiyorsa, dinin açık hükümleriyle çelişmeyen tasavvufî uygulamalar da reddedilemez.
   Yeterli ilim sahibi olmadan bu konular üzerinde rastgele hüküm beyan edenleri insaf ve edebe davet ediyoruz.

tasavvufi dünyaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin